Bir zamanlar bir çocuk tanımıştım. Hep çocuk kalacak bir adam daha doğrusu... Uyurgezer gibi dolanıyordu hayatta...Sevgi arıyordu ve onu her bulduğunda daha da acıkıyordu şefkate... Belki de bir anne, koşulsuz, sınırsız, bağışlayıcı bir adanmışlıktı peşine düştüğü... Nedense onun mahzun, kırgın bakışı uzun yıllar önce karlı bir Orta Anadolu şehrinde yaşadığım bir sahneye götürmüştü beni... O sahnede, küçücük bir çocuk vardı otobüs garajındaki ayrılık anında incecik, kederden ölmek üzere olan bir kadına sımsıkı sarılan... Otobüsün penceresinden bakakalmıştım ona... Dedesinin elini tutmuştu ve gözleri yaşlıydı ikisinin de... Sonra otobüs hareket etmiş ve beyazlıklar içinde küçülüp yok olmuştu görüntü... O gün orada bırakmak zorunda kaldığım oğlan çocuğunun bana mahzun bakışı, “hoşçakal “demek için kalkan küçücük eli, upuzun yollar boyu gözümün önünde kalmış ve sonsuza dek içime kazınmıştı... Sonraki hayatımın temel motifi hep o sahneyi iyileştirme çabasıydı belki de... Birisi benden anne rolünü talep ettiğinde gizli bir sevinçle kabullenme hali...
Bazen düşünürüm de kendimle yaptığım upuzun bir konuşmadır hayatım.. Gözlerim yaşantıları kaydetmeye devam eden bir kamera... Biliyorum, benimki gibi sayısız uzun iç konuşması sürer gider başkalarında da... Bazen dayanamam içimdeki boşluğa ve birini yerleştiririm oraya... İçimdeki sevgiliye doğru konuşurum. Aslında o başlatmıştır önce, bu diyalog sandığım monologu... Bir şeyler söylemiş, içime dokunmuş, bir biçimde ruhuma yerleşivermiştir. Çok daha karmaşık nedenleri ve geçmişe dair uzantıları da olabilir bu bağlanma halinin... Hayretle keşf ederim bunu... Neden o da bir başkası değil sorusunun yanıtını bulurum hikayemde. Hayatımdaki bir suçlulukla, geri almak istediğim bir insan veya zamanla, birleşmesini dilediğim bölünmüş ülkemle ilintili olabilir bu. Belki yitirdiğim birine benzemektedir bakışları... Kanım donar bunları fark edince...
Kendime doğru konuşmaya dayanamadığım,dünyanın ayazında titreyip durduğum zamanlar yazıda bulurum teselliyi.. İçimdeki sesler, cümlelere sığmadığında, ard arda dizilmiş kelimeler kifayetsiz kaldığında şiire dönüşüverirler. Ben de anlayamam nereden gelir o dizeler.
Ne kadar korunmaya çalışsa da insan, hayat acımasızlığıyla kuşatabilir onu. Durduk yerde sevgisiz bir bakışla serseme döndüğüm olur örneğin. Dengem bozulur. Boşluğa doğru yuvarlanmaya başlarım. Bir söz, bazen sonsuz kez çoğalır. Çok acıtmışsa derin bir kuyu kazar ruhumda... O kuyudan çıkan zehir kanıma karışıp bedenimi dolanır.
Dünya küçük trajediler saklar içinde... Biz kendi payımıza düşeni biliriz en çok da.Hayata hep hayretle bakar anlamaya çabalarım insanın derinlerindekini. Bir başka kadını kıskanmak nedendir örneğin? Kollarından çocuğu zorla koparılan bir anne gibi... Birisi içimizdeki sevinci çalmış gibi...
Bir gün öyle yorulur ki insan kendiyle yaptığı upuzun iç konuşmasından, ölümden başka hiçbir uyku dinlendiremez artık böyle bir yorgunluk halini. Hayat nasıl da vazgeçilmez ve güzeldir oysa. Sonsuz keşifler, sonsuz buluşmalarla dolu olduğunu hissettirir hep... Her türlü cefaya katlanabileceği duygusunu verir insana, penceresinden eksilmemesini dilediği tek bir gün için...
Hayatı en çok sevenlerdir onun ruh acılarından en fazla payını alanlar. İnceliklerin farkında olanlara, dünyanın sonsuz renkleri ve ayrıntılarına duyarlı olanlara özgüdür bu kırılganlık halleri...
Kimilerinin algıları sonsuz açıktır, kimileriyse çok daha yalın bir ruh haliyle, temel ihtiyaçların tatmine yönelik bir zekayla sürdürürler yaşamı. Kendilerini her türlü yoksunluktan ve tehlikeden korumaya çalışırlar. Çıkarları neredeyse oraya odaklanırlar.Bir diğer insanı ne kadar derinden acıttıklarını, aktörü oldukları bazı sahnelerin ömür boyu bir başkasının içinde yaşayacağını bilemezler. Daha doğrusu hayatı rahatlatan bir körlük içindedirler buna karşı... Bu körlük içinde olmasak dahi bilemeden işlediğimiz bazı küçük cinayetlerimiz vardır her birimizin.
Her şeyin çok daha güzel olması mümkünken çoğu zaman bir yanlışlık olarak geçip gider hayat. Herkes kendi acı-tatlı hikayesinin kahramanıdır. Yeryüzünün bu tarifsiz kederlerinin edebiyattır bir sığınağı... İçimizde akıp giden düşünce nehirlerinin buluştuğu bir okyanustur edebiyat. İnsanın içini parçalayan eksilmeler onun dokunuşuyla teselli bulur ancak.