Radyo, televizyon açmayı çoktan kesmiştim zaten, gazete haberlerine, siyasi köşe yazılarına da bir süreliğine ara veriyorum. Gündemde hep olumsuzluk, hep kan, hep vurmalar kırmalar. Bu çılgınlığı aklım almıyor.
İngiltere, Fransa, Almanya, ABD’den gelen haberlerde de bir farklılık yok. Afrika’da problemler diz boyu, Asya desen bir kaç ülkesi dışında imrenilecek halde değil.
Suriye’nin kırık dökük resimlerine, her gün Ortadoğu’nun başka bir şehrinden gelen saldırı fotoğraflarına bakmayı artık midem kaldırmıyor benim. Nereye gidiyoruz, nasıl duracağız bilemiyorum. Durabilecek miyiz? Hiç emin değilim.
Dünya’da bu kadar acı verken hayatıma hiçbir şey olmamış gibi devam etmek zor geliyor bir yandan. Bir yandan tek sahip olduğumuz şey neşemiz, bunu da elimizden almalarına izin vermemeliyiz deyip sevdiğim şeyleri yapmaya devam ediyorum. Aynı zevki almadığım bir gerçek.
Bir çeşit araf sanki içinden geçtiğimiz günler. Umudu kaybetmemek gerek biliyorum da, enseyi karartmamak için tutunacak ne kalmış orasını pek kestiremiyorum.
Gündelik yaşamlara bakıyorum. Herkesten, her şeyden ürkmeye başlamışız. Tehlike acaba hangi taraftan gelecek diye sürekli sağımızı solumuzu kolluyoruz. Korkumuz saldırganlığa dönüşüyor. Şiddet şiddeti doğuruyor ve kısır bir döngü içerisinde dönüp duruyoruz.
Öfkeliyiz, mutsuz ve güvensiziz. Her gün daha da yalnızlaşıyor, bencilleşiyoruz.
Kenyalı eski bir dostu anıyorum bu günlerde sık sık. ‘Tanrı dünyayı ne hale getirdiğimizi görünce bizden umudu kesti, başka bir dünya yaratmaya koyuldu bence’ demişti. İlk duyduğum zaman çok tuhafıma gitmişti, şimdi belki de haklıydı diyorum.
Bu dünyayı yok etmemize pek bir şey kalmadı zaten. Açgözlülüğümüz ve bencilliğimiz doğayı ve içerdiği her şeyi tüketmek üzere. Ana gemimiz hızla su alıyor, alt kattakiler boğuluyor. Biz kapıları kilitleyip, çığlıkları duymamak için müziğin sesini açıyoruz. Çılgın dansımıza devam ediyoruz hiçbir şey olmamış gibi.
Geminin güvertesinde pokemon hayvanları kovalayarak batıyoruz, hep birlikte.