Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com
“İtiraflarım”, Lev Tolstoy’un bir solukta okunabilecek, kendisi ince fakat içeriği zengin olan değerli bir kitabıdır. Yazar kendi düşünsel dönüşümünü, hayatı sorgulayışını ve vardığı sonuçları bir filozof üslubuyla, kendine has ustalığıyla aktarmaktadır. Tolstoy kendisinin de içerisinde bulunduğu kalbur-üstü çevreyi yerden yere vurarak başlıyor. Kendisinin de dâhil olduğu seçkinler sınıfında insanların sıradan halk için “biz olmasak sıradan halk bir hiç” diye düşündüklerini fakat bu düşüncenin zaman içinde “ben olmasam diğer seçkinler de bir hiç” halini aldığını ve şahsen kendisinin de bu yönde bir düşünce taşıdığını dile getiriyor. Tolstoy kendisine ve ailesine lüks bir yaşam sunmasına, bütün dünyevi ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamasına rağmen mutsuz olduğunu dile getiriyor. Bu noktada hayatın anlamını, diğer bir değişle insanın neden yaşadığını sorgulamaya başlıyor. Sorguladıkça sürekli olarak hayatı “boş”, “anlamsız” ve “bir bela” olarak gördüğüne değiniyor. Hayatın bir sonu olduğunu bu nedenle de her hangi bir anlam taşıyamayacağını dile getiriyor. Bir yandan intihar ederek bir an önce kurtulmayı düşünüyor, öte yandan intihar etmemek için gerekçe bulmaya çalışıyor. Sokrates’ten Hz. Süleyman’a, Schopenhauer’den Kant’a kadar pek çok düşünüre atıfta bulunarak onların bile hayatın anlamlı oluşu konusunda kendisini yeterince ikna edecek düşünceler ortaya koyamadığını ifade ediyor. Avrupa ziyaretlerinde dönemin en önde gelen düşünürleriyle ve bilim insanlarıyla da görüştüğünü fakat hiç birinin insanın neden yaşadığını açıklayamadığını öne sürüyor. Sonra hem pozitif bilimleri hem de sosyal bilimleri eleştiriyor. Hiç birinin hayatın anlamını çözemediğini, hayatı anlamsız bulan birine intihar etmemek için tek bir gerekçe bile sunamadıklarını söylüyor. Neticesinde kendi kendine çok önemli bir çıkarım yapıyor ve anlamını aradığı hayatın sadece kendi hayatı ve çevresindekilerin hayatıyla sınırlandırılamayacak kadar büyük olduğunu fark ediyor. Bundan dolayı yoksul halkın arasına karışarak onları yakından tanımaya karar veriyor. Yoksul halkı tanıdığı zaman dünyayı dünya haline getirenin bu yoksul insanların emeği olduğunu fark ediyor. Sıradan halkı “deli” yerine koydukları için esas “delinin” kendisi ve çevresi olduğunu “itiraf” ediyor. Kendisi ve çevresi en basit bir şeyden dahi şikâyet ederken bu insanların hastalığa, yoksulluğa ve hatta ölüme karşı sabırlı olduğunu, çok ağır şartlarda çalışmalarına rağmen şikâyet etmediklerini ve esas anlamlı hayatı onların yaşadığını ifade ediyor. Kendi düşünsel sürecini tamamlayarak bu insanların ölümden sonrasına inanmakla kendisinden çok daha doğru bir iş yaptıkları sonucuna varıyor.
Tolstoy intihar ve yaşam, ölüm ve sonrası, Tanrı’ya inanmak ve inanmamak ve anlamlı hayat ile anlamsız hayat arasında son derece sağlam bir “var olmak”- “yok olmak” denklemi kuruyor. Açıkçası, bu yazımın ilham kaynağı da Tolstoy’un kurduğu denklemden başka bir şey değil. Tolstoy için zaman kavramı ancak sonundan sonra anlam kazanabilir bir niteliktedir. Tolstoy hayatı birbirlerini bitirerek ilerleyen yeni “sonlar” ve yeni “başlangıçlar” olarak görür. Fakat kendisi için “sonların” ve “başlangıçların” sonuncusu olan ahiret inancı yoksa geri kalan bütün “sonların” ve “başlangıçların” hiç bir anlamı yoktur. Bu yazıda ihtiyaç duyduğumuzu ifade edeceğim “sonu” ve “başlangıcı” olan zaman kavramı aslında ahiret değil, toplum olarak beklediğimiz ve gelmediği için hayata anlam yüklemekten vaz geçtiğimiz tarihi gelişmelerdir.
İçerisinde yaşadığımız toplumun ortalama, hatta ortalama altı insanı bile Tolstoy’un ifade ettiği “her türlü dünyevi gereksinimi karşılamaya”, yani dünya standartlarında lüks sayılabilecek bir yaşam sürmeye fazlasıyla muktedirdir. Fakat aramızda mutlu olan, kendisiyle, toplumun geri kalanıyla ve Kuzey Kıbrıs ile barışık olan, sürekli bir şeylerden şikâyet etmeyen birilerine rastlamak son derece güçtür. Dolayısıyla toplum olarak zaman kavramının bizim için anlamsızlaştığı, dolayısıyla da hayata da anlam katabilmekte zorlandığımız sonucuyla karşı karşıyayız. Bu toplumun bireyleri olarak genel imajımıza bakılınca şikâyetçi özelliğimiz hemen göze çarpar. Pek çoğumuz şu veya bu şekilde, şu veya bu zamanda bize haksızlıklar yapıldığından yakınırız. Hedefleri ve planları olan bir insan sürekli olarak yeni bir son ve onun getireceği yeni bir başlangıç için mücadele eder. Fakat Kıbrıs Türk toplumunun zaman kavramında sonlar da başlangıçlar da anlamını yitirmiştir. Farklı ideolojileri savunan insanların bütün düşünsel dünyalarını üzerine bina ettikleri ortak bir kavram göze çarpmaktadır: “Yok olmak”.
Öncelikle Kıbrıs’ın Kuzey’inde yaşayanlar olarak, hem sağcısı hem solcusu, yarına dair fazla inançlı değiliz. Sağcılar “Rumlarla bir yere varamayız, KKTC’yi tanıtmalıyız” derler, fakat “Rumlarla bir yere varılamayacağı” noktasındaki inançları ne kadar güçlüyse “KKTC’nin tanınacağı” noktasındaki inançları o ölçüde zayıftır. Solcular ise “Türkiye ile bir yere varamayız, Rumlarla federasyon kurmalıyız” derler. “Türkiye ile bir yere varılamayacağına” inançları ne kadar güçlüyse “Rumlarla federasyon kurulacağına” inançları o oranda zayıftır. Her iki tarafında ağzında da bir “yok olma” söylemidir, on yıllardır devam edip gidiyor. Sol eğilimliler mevcut durum sürerse “yok olacağımızı” dile getirirken Sağ eğilimliler “Rumlarla birleşirsek yok oluruz” diyorlar. Bu “yok olma” kavramı belki toplumumuz için ciddi bir gerçeklik payı taşımakla birlikte, son derece bize özgüdür. Öğrenciliğim boyunca farklı ülkelerden arkadaşlarım oldu. Bir İngiliz’in, bir Rus’un, bir Çinlinin, bir Hindistanlının, bir Pakistanlının, bir Fransız’ın, bir Almanın, bir Filistinlinin, bir Türkün (Türkiye Türkü) ya da bir Kürt’ün “yok olacağız” dediğini duyduğumu hiç hatırlamıyorum. Fakat Kıbrıslı Türkler içerisinde “yok olacağız” lafını ağzına almamış olan birine rastlamanın son derece zor olduğunu düşünüyorum (ki aynı şeyi pek çok Kıbrıslı Rum’un söylediğine de tanık oldum ancak bu yazıda Kuzey Kıbrıs’ı konu alıyorum). Doğrudur, Kıbrıs Sorunu gerçekten emsaline az rastlanan özelliklere sahiptir. Fakat Sağcısı da Solcusu da “yok olacağız” diyorsa bunun tek bir sebebi olabilir: Var olmak üzerine bir gelecek hayal edemiyoruz, çünkü var olduğumuza inanmıyoruz. “Yunan’a, Rum’a azınlık olmayacağız, var olacağız” diye çıktığımız yolun sonunda kimseyi “var olduğumuza” inandıramadığımız bir neticeye gelmemiz bile son derece düşündürücüdür.
Peki, ne oldu da zaman kavramı ve “var olmak” bizler için bu denli anlamsız ve inandırıcılıktan yoksun oldu? Kıbrıslı Rumlar 1974’ü (hem Cuntanın hem Türkiye’nin askeri müdahaleleriyle yaşananları) “ora miden” (saat sıfır) şeklinde ifade etmektedirler. 1974, Rum toplumu için daha öncesinde yaşanan ve biriktirilen her şeyi yıkmış, zamanı sıfırlamış (anlamsızlaştırmış) ve Rum toplumunu yeniden mücadeleye başlama kararıyla karşı karşıya bırakmıştı. 1974’ün askeri açıdan mağlubu olsalar da, 1974 öncesi yerlerine, yurtlarına dönmek Kıbrıslı Rumların saati yeniden başlatma motivasyonu olmuştu. Bütün siyasal mücadeleleri bunun üzerinden şekillenmişti. Öte yandan, Kıbrıslı Türkler, uzun yıllar “esir hayatı” benzeri koşullarda sürdürdükleri getto yaşamından kurtulmuş ve adanın %36sına yerleşmişlerdi. 1974 her iki toplum için de bir son ve bir başlangıçtı. Kıbrıslı Rumlar için kendi egemenliklerindeki birleşik Kıbrıs’ın sonu, yeniden birleşmesi için Kıbrıslı Türklerin “varlığını” kabullenmek zorunda olacakları bölünmüş Kıbrıs’ın başlangıcı. Kıbrıslı Türkler içinse gettolara sıkışmış halde var olmaya çalıştıkları birleşik Kıbrıs’ın sonu, devamı için Türkiye’nin desteğini gerektiren bölünmüş Kıbrıs’ın başlangıcı.
Her iki toplum için de zaman 1974’te durmuştu. Kıbrıslı Türkler gettolardan kurtulmayı arzuluyordu. O dönemki insanlarımızın büyük bir kısmı da Rum çoğunluktan “kurtarılmayı” istiyordu. Fakat sonrasında kurulan sistem dünyadan izole edilmeye doğru ilerledi. Bazılarımız için her şey yeni bir dönüm noktası üzerine hayal edilir olmuştu: Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi. Bu toplumdaki pek çok insan için Kıbrıs Sorunu çözülmeden önce hayatın içerisindeki diğer sorunları çözmenin bile bir anlamı yoktur. Fakat o “sona” inananımız daha önce ifade ettiğim üzere son derece azdır. Ne sağcılar KKTC’nin tanınacağına inanmaktadır, ne solcular federal çözümün gerçekleşeceğine. İlk nesil savaşı ve göçü yaşadı. Onlar için “sona eren” gettolar, “başlayan” ise çocuklarını rahat ettirmelerini sağlayacak para kazanma süreciydi. Tek yapabilecekleri ikinci nesle rahat ekonomik koşullar sunabilmekti. İkinci nesil arasında ekonomik koşul farklılıkları ve üçüncü nesle bırakabilecekleri konusundaki farklılıklar son 5-6 yıllık süre içerisinde belirginleşmeye başladı. Birinci nesilden kalanlar ikinci nesilden kalanların ihtiyaçlarını (kimisinde fazlasıyla, kimisinde eksiğiyle) karşılamaya yetti. Bu nedenle ikinci nesil de yurt dışında benzerine rastlayamayacağımız bir lüks tüketim savurganlığı içerisine girdi ve bununla avunmaya çalıştı. Zaman kavramına anlamlı bir “son” tasavvur edemediği için hayatın anlamsızlığından kurtulamadı. Tolstoy için, zaman kavramı ancak sonunun anlamına inanılırsa anlam kazanabilirdi. Bu aslında Kıbrıs Türk toplumunun mevcut halet-i ruh-iyesi için de geçerlidir. Gelecek belirsiz olduğu için düşünmüyoruz, anlamlı bir son için mücadele edemiyoruz ve sadece bugünü yaşıyoruz. Hayatımızın yeniden anlam kazanabilmesi için, tarihsel dönüm noktası olabilecek yeni bir “son” ve yeni bir “başlangıca” inanabilmemiz gerekmektedir.