Eğer bir coğrafya üzerinde yaşayan insanlar toplum-oluş süreçlerinde, topluluk duygusunu geliştirememiş, ortaklıklar kuramamış, bir arada yaşama erdemi oluşturamamış ve dayanışma bağları kuramamış, üretim üzerinden değil tüketim üzerinden kendilerini var etmeye çalışıyorsa, orada toplumsal bağlardan ve değerlerden, hatta bir toplumsal varlıktan da söz etmemiz güçleşir.
Toplum olmak, statik, verili ve sabit bir durum değildir. Aksine, akışkan, devingen ve hareketli oluş-süreçlerinin bir kaynaşımıdır. Olmaktan ziyade, bir süreç olarak işleyen ve sürekli hareket halindeki bir oluştan bahsediyorum.
“Olmak” bir şeyin, içindeki çelişki, eksiklik ve fazlalıkları aşkın bir düzlemde sabitlenmesidir. “Oluş” ise tüm sabitleştirme düzlemlerini aşarak, hareketi, yaşamın ve varlığın eksikliklerini-fazlalıklarını kapsayan devingen, içkin bir süreci, bir oluş sürecini tanımlar. Dolayısıyla toplum olmak değil, toplum-oluştan bahsedebiliriz ancak.
Her oluş süreci, beraberinde kurucu-etkin kuvvetleri ama aynı zamanda kurucu-edilgen kuvvetleri de taşır. Toplum-oluş süreçleri, bu kuvvetlerin seyrettiği güzergahlar boyunca şekilleniyor. Bir toplumsallaşma sürecinde eğer edilgen kuvvetler, etkin kuvvetleri aşıyor ve tüm birey-oluş – toplum-oluş süreçlerini belirleyen hale geliyorsa, orada toplumun eksildiğini, parçalandığını veya oluşamadığını görürüz.
Bugün Kıbrıslı Türklerin toplum-oluş süreçlerinde etkin değil edilgen konumda olmasının, özneleşmekten ziyade nesneleşen bir karaktere bürünmesini birçok tarihsel ve güncel politik gerekçeye dayandırarak açıklayabiliriz. Ama bunların tümü bu sürece dair ve bu süreçte geliştirilen içkin etkenlerin üzerini örtmek, sorunu da, kurtuluş yolunu da aşkın olanda aramak anlamına gelir.
Annan Planı ve barış istencinin doruğa çıktığı tarihsel kesit toplum-oluş sürecinin motorunun en yoğun çalıştığı dönemdi. Barışın bir değer olarak benimsenmesi, ortak bir hedef ve gelecek tahayyülünün sıcaklığı ve en önemlisi toplumsal ortaklıkların kurulabilmesi… 2004 sonrası dönem ise hızlıca Kıbrıslı Türklerin gündelik ve toplumsal yaşantılarında bağların çözülmesi, parçalanma, bireyciliğin dizginlerinden boşalırcasına yayılması ve en acısı herhangi bir ortaklık siyasetinin oluşturulamaması ile açıklanabilir.
Ortaklıklar ve değerler siyasetinin, bir arada yaşayabilme etiğinin ve gelecek tahayyülünün benimsenmediği/oluşturulamadığı toplumlarda, korkular ve kaygılarla şekillenen bir kimlik siyaseti ve hassasiyeti de kaçınılmaz olur. Geçtiğimiz 10-15 yıllık süreçte yaşanan toplumsal huzursuzluklar ve büyük reaksiyonlar da bir ortaklıklar siyasetinin, bir arada yaşayabilme etiğinin ve gelecek tahayyülünün değil, korku ve kaygı ile şekillenen kimlik siyasetinin bir yansımasıdır.
Öyle ki bireyciliğin, gelecek yoksunluğunun ve anlam kaybının girdabında, kimlik korkusu ve kaygısı da artık toplumsal değil bireysel veya zümresel bir karakter taşıyor. Korku ama herkesin kendi korkusu, kaygı ama herkesin kendi kaygısı.
Yaşamın içinden, krizin çatlaklarından çıkan ve dayanışmacı değerlerle örülen bir ortalıklar siyaseti oluşturulmadıkça, bir anlam güzergahı yolu açamadıkça ne “sol hamasetin” ötesine geçemeyen yokoluş/varoluş/bütünlüklü çözüm edebiyatı yapan statükocu sol, ne ekonomik kriz koşullarında bile bir kriz siyaseti/muhalefeti üretemeyen merkez liberal-demokrat sol ve ne de kendi moleküler parçalarının dogmatizminde kimlik hezeyanları yaşayan folklorik sol toplum-oluş süreçlerine bir fayda sağlayacaktır.
Toplum-oluş, ancak edilgen kuvvetlerin karşısına etkin kuvvetler ve değerler koyarak geliştirilebilir. Bu da ancak sol hamasetin kolaycılığına kapılmadan, hayatın içinden, hayata dair politikalar ve ortaklıklar oluşturarak geliştirilebilir.