Fatoş Avcısoyu Ruso
fatruso@gmail.com
‘Barışın, ekonomik adaletin ve ekolojik sürdürülebilirliğin sağlanması toplumsal tahakküm ve tabiiyet ilişkilerinin aşılmasından ayrı düşünülemez; gerçek bir güvenlik sadece savaşın olmamasını değil aynı zamanda eşitsiz toplumsal cinsiyet ilişkilerinin de dahil olduğu adil olmayan toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılmasını gerektirir.’
J. Ann Tickner
Devletlerin güçle tesis etmeye çalıştığı evrensel barışın, toplumun en küçük birimi olan aileyi işaret eden toplumsal cinsiyet eşitliği ile kurduğu organik ilişki, çeperi genişlettiğimizde topluma ve ülkeye varmaktadır. Sivil toplum örgütleri, feminist/kuir oluşumlar ve sanatın çeşitli alanlarıyla görünür kılınmaya çalışılan bu gerçek, hegemonik erkeklik ve onu örtük yasal düzenlemelerle daimi kılan devletler üzerine yeniden düşünmemizi şart koşuyor.
Odağına aldığı eşcinsel bireylerle, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sadece bireylere değil ülke barışına ve doğaya verdiği zararı da anlatan The Hunt, filmin tamamına yerleştirdiği kodlarla bu gerçekliği bir kez daha hikaye ediyor. İlk gösterimini Kıbrıs Uluslararası Kısa Film Festivali’nde (Ekim 2020) yapan ve ikincilik ödülünü alan The Hunt, 17 Mayıs Onur Haftası kapsamında düzenlenen Kuir Kıbrıs Film Festivali 2021’de yeniden izleyici ile buluştu. Yönetmenliğini Sholeh Zahraei ve Kamil Saldun’un yaptığı filmin oyuncu kadrosunda Ali Düşenkalkar (İbrahim/ baba), Erdoğan Kavaz (İsmail/ oğul), Elmaziye Derviş (Zehra/ anne), Andreas Orfanides (Stavros/ sevgili), Yaşar Aydın Karaca (Mustafa/ arkadaş), Barış Refikoğlu (berber), Harrison (Vefa) ve Deniz Andrei Refikoğlu (İsmail) yer alıyor.
Bağımsız (arthouse) sinema literatüründe yer alan The Hunt, John Frederick Herring’in Foxhunting: Clearing a Ditch tablosuyla izleyenleri karşılayarak, İsmail karakteri etrafında şekillenecek hikayesini daha geniş noktalara taşıyacağını, at üzerinde avının peşinde koşan İngiliz soylusu ile izleyiciye kolonyalizmi sezdirerek yapar. Filme adını veren av kavramı ilk saniyelerden itibaren akla ölümü ve kurbanı getirir. Zira babanın sürekli olarak kullandığı odanın duvarlarını mumyalanmış av hayvanları süslemektedir. Bir yandan da televizyonda yer alan haber programında ‘nesli tükenen muflonlar’ için heykel dikileceği anonsu yapılır. Varlığını 1890’lı yıllara dayandıran kuir sinema, pek çok yapımda karşımıza LGBT+ bireyleri kurban olarak çıkarırken, The Hunt ekibi bu mesajdan özellikle kaçınmış. Filmde eşcinsel iki sevgiliyi, ailelerine ve ait oldukları toplumlara rağmen yaşantılarına devam eden, problemleriyle baş etmeye çalışan bireyler olarak izleriz. Hegemonik erkeklik, onların hayatları üzerinde ‘baba’ karakteri ile tahakküm kurmaya çalışsa da kurban değil birer mücadelecidirler. Hegemonik erkeklikle doğrudan ilişkilendirilen şiddet, karşımıza avcı baba figürü, izlediği av programları, tüfeğin eksik olmadığı aile fotoğrafları, kekliklerin, tavşanların ve nesli tükenme tehlikesi olan muflonların avlanması ile çıkıyor. Filmde başka bir canlının spor adı altında öldürülmesinin eleştirisi yapılırken, kameranın kısa bir anlığına odaklandığı elinde tüfek tutan birçok avcı heykelciği ile babanın geçmişte ödüllendirildiğini anladığımız vitrin, bu şiddeti tesis etmeye devam eden kuruluşları sezdirir izleyiciye. Ne yazık ki doğa eril şiddetten etkilenmeye hala daha devam etmekte ve pek çok endemik tür nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Hayvan haklarına saygı duyulması gerekliliğinin altını av hayvanları ve bayramlarda kurban edilen hayvanlar dışında Vefa karakteri ile de çizen film ekibi, İsmail’in çocukluğunu paylaşan Vefa’yı bir barınaktan almakla kalmayıp, telif olarak kalçasındaki problemi tıbbi destekle çözerek, yaşlı ve barınağa terk edilen av köpeği Harrison’ı yuvalandırmıştır. Filmin sahne arkası diyebileceğimiz bu vefa hikayesi, sanatın salt estetik gaileden ibaret olmadığının en önemli göstergesidir. The Hunt böylelikle ataerkinin zarar verdiği diğer varlıkları da odağına alarak ‘Dünya, hepimiz için yaşanabilir bir noktaya nasıl evrilebilir?’ sorusunu izleyicinin zihnine sinematografik bir incelikle yerleştirir.
The Hunt’ın dert edindiği diğer bir tema barıştır. Biri Türk biri Rum iki eşcinsel sevgili, sınırlara rağmen aşka inanmakta ve onu tutku ile yaşamaktadır. Alain Badio’nun Aşka Övgü’de dediği gibi: Aşk bir dünya kurma önerisidir, yaşamın yeniden icat edilmesidir! Tam da bu noktada arzuyu normalleştirdiği, kontrol altına almaya çalıştığı ve farklılığı dışladığı için kapitalizme karşı çıkan Deleuze’u hatırlayabiliriz. Kuir bedenler aşkın değil içkindir, çünkü kurucu prensibi dışarıdan değil içeridendir. Dışarıdan gelen herhangi bir yaptırım ve müdahaleyi reddederler. Birbirlerini etkileyen ve arzularının peşinden giden bedenler, yersiz yurtsuzlaşır; kısıtlayan yapılar, kategoriler ve etiketlerden arınırlar. Özgürleşirler. Özgürleşmek ise barışın dışa yansımayı bekleyen iç tezahürüdür. Stavro ile İsmail’in ilki yapılan İki Toplumlu Kuir Tango Atölye Çalışması’ndan dönerken sınır kapısında durup kimliklerini ibraz etmeleri ve bunun üzerine Stavro’nun kendi kendine fısıldadığı -fucking borders- cümle aslında sadece yaşanılan o ana ve mekana söylenmemiştir. Bireysel özgürleşmeyi ve toplumsal barışı engelleyen zihniyetlere, ailelere ve devletlere de söylenmiştir.
Sarah Clasen, Cinsiyetlendirilmiş Barış Endeksi’nde olumlu barışın -olumsuz/negatif barış savaşın olmaması durumudur- tesis edilmesi için üç koşulun gerekliliğine dikkat çeker:
- Kadınların ve erkeklerin güvenli bir şekilde fiziksel varlıklarını devam ettirebilmeleri
- İyi bir hayat sürebilme olanağının güvence altına alınması
- Yaşam tarzlarının ve rollerin çoğulcu varoluşu
Toplumsal cinsiyet eşitliği söz konusu olduğunda çeşitliliği ile kendini var eden doğaya yüzümüzü dönüyor olmamız da aslında Clasen’in vurgu yaptığı üçüncü koşulla ilişkilidir. Zira doğa tüm renkleri ile kendi habitatını insana rağmen korumaya devam etmektedir. İnsanların zihinlerini yüzyıllardır küflü bir şey gibi çürütmeye devam eden toplumsal normlar The Hunt’ın bütününe metaforik bir dil ve örgü ile yerleştirilmiştir. Babanın, oğlu İsmail ile sevgilisi Stavro’yu öpüşürken gördüğü andan itibaren bakışlarına yerleşen nefret, heteronormativitenin dışında kalanı kabul etmeyen bütün bir toplumu temsil eder. O derece rahatsız edicidir. Dünyaya sınırsız ve birleştirici bir yerden bakan kişiler için anlaşılmaz olan bu nefret duygusu, ne yazık ki bazen intiharla sonuçlanan bir deneyime dönüşür. Kendisine nefes alabilecek bir yer dahi bırakmayan nefret duygusu ile ne yapacağını bilemeyen homofobik-avcı babanın, oğlu ile ava yalnız gitme kararı vermesi, nefretin sevgi ile yer değiştirmesi gerektiğinin en büyük kanıtıdır. Filmin sonunda dededen kalma -yıkıcı normları sembolize eden- tüfek, hedefini şaşmış gibi görünse de bu büyük bir yanılgıdır. Vurulan sadece Vefa değildir. İsmail’in çocukluk arkadaşı, bütün bir çocukluğu ve saygıyı inşa edecek kavramlardan biri olan, sevgide bağlılık anlamında kullandığımız vefadır.
Kuşaklar boyunca devam eden toplumsal normların bireylerin zihinlerinde oluşturduğu dar alan, renkli yaşantıların, cinsel yönelimin ve cinsiyet kimliğinin sağlıklı bir şekilde yaşanmasına engel olmaktadır. Ataerkiyi, tahakkümü, şiddeti içinde çoğaltan heteronormatif matris sürdürülebilir ekolojiyi ve barışı zayıflatmakta hatta yıkıma uğratmaktadır. Tüm bu vahametin bilincinde olan The Hunt, Ceza Yasası’nın 171. ve 172. maddeleri uyarınca bir kişiye cinsel yönelimi veya cinsiyet kimliği nedeniyle yapılan herhangi bir saldırının suç kapsamına alındığı ülkemizde, şiddetle beslenen eril tahakkümlerin hedefinin sadece LGBT+ bireyler olmadığını, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bütün bir ülkeye/ evrene sirayet edebilecek güçte negatif bir etkiye sahip olduğunu tüm çıplaklığıyla ve başarılı bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Kaynakça
-Alıcı, Nisan ve Daşlı, Güneş (haz.),Toplumsal Cinsiyet ve Barış, Dipnot Yayınları, 2019
-Yarar, Betül (der.), Şiddetin Cinsiyetli Yüzleri, İstanbul Bilgi Ünivetsitesi Yayınları, 2015
-https://kaosgl.org/haber/gilles-deleuzersquoun-felsefesi-ve-queer-teori-kadin-olus-kavraminin-dusundurdukleri