TOPLUMSAL CİNSİYET VE FELSEFEDE FEMİNİZM

Peki, kadın felsefe tarihinde hak ettiği yeri alabilmiş miydi?

Özlem Onar

onarozlem@gmail.com

   Günümüzde “cinsiyet” ve “toplumsal cinsiyet” kavramları zaman zaman gündeme getirilerek tartışılmaktadır. Özellikle cinsiyet bazında yapılan ötekileştirme eylemleri insanlığın kanayan yaralarından biridir. Eğitimde cinsiyete bakılmaksızın bireye fırsat eşitliği tanıyan toplumlar oluşturabilseydi, içinde yaşadığımız dünya şimdiki durumundan çok daha farklı olurdu diye düşünüyorum. Yazımın amacı toplumsal cinsiyet kavramına dikkat çekmek ve kadına olumsuz vasıfların yüklenerek, diğer alanlarda olduğu gibi felsefe alanında da erkeğin gerisinde algılandığına vurgu yapmaktır.

    Öncelikle kadın ve erkek terimlerinin Türkçe karşılıklarına bakmamız, kültür ile dil arasındaki ilişkiyi kavramamız açısından önemlidir. Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğünde kadın terimi isim olarak; erişkin dişi insan, hatun kişi, zen ve sıfat olarak; analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri, becerileri olan, hizmetçi bayan, bayan anlamlarına karşılık gelmektedir. Erkek terimine baktığımızda da isim olarak; yetişkin adam, bay, er kişi, koca ve sıfat olarak; sözüne güvenilir, mert, sert, kolay bükülmez vb. anlamlara karşılık gelmektedir. (1) Bu tanımlamalarda geçen sıfatlar; kadın ve erkeğin doğasının gereği midir yoksa ait oldukları kültürün sonradan kazandırdığı unsurlar mıdır? Ne dersiniz? Erkeğe yüklenen sıfatlar ile kadına yüklenen sıfatlar arasındaki farkları görebiliyor musunuz? Toplumsal yaşamda erkeğin özne olması için çaba sarf etmesine ihtiyacı yok iken kadının bir özne olabilmesi için gereğinden fazla çabalaması gerekiyor. Kadının doğurgan olma özelliği birey olma ve kendisini gerçekleştirme haklarını gasp etmemeli. Kadının görevi ve yaşama geliş amacı kendisini yok sayarak birlikte olduğu insanların konforunu sağlamak olmamalı. İnsan olmanın yolu sahip olunan değerler doğrultusunda sorumluluk alarak, fedakarlıklarda bulunabilmekten geçer. Bir annenin veya babanın yeri geldiğinde çocuğu için özveride bulunması, elbette benim için erdemli bir davranıştır. Bununla birlikte toplumun da bu özverili davranışları bir görevmiş gibi adlandırarak değersizleştirmemesi gerekmektedir. Dolayısıyla kadının hem yasal haklarının hem de toplumsal statülerinin insan hakları ve bilimsel gerçekler doğrultusunda yetkili kurumlarca iyileştirilmesi gerekmektedir. En temelde de hem erkeklerin hem de kadınların toplumsal cinsiyet rollerine ait önyargılarının farkına varmaları oldukça önemlidir. 20. yüzyılın ünlü feministi Simone De Beauvoir “İkinci Cins” adlı eserinde, “İnsan kadın olarak doğmaz, ona dönüşür” teorisine açıklık getirerek; psikolojik ve biyolojik temelde doğal olarak kadın olunmadığını, kadının medeniyet tarihinin ürünü olduğunu savunmuştur.

     İnsan evladı doğduğu toplumun ona yüklediği anlamların ve görevlerin bir toplamıdır diyebilir miyiz? Burada biyolojik olarak belirlenen kadın veya erkek cinsiyetinden ayrı toplumsal cinsiyet konusuna dikkatinizi çekmek isterim. Günlük yaşamda ve dilde genellikle herhangi bir ayrıma gidilmeden birlikte ifade edilmelerine karşılık, cinsiyet temelinde şekillenen biyolojik özellikle bu özelliğin üzerinde inşa edilen toplumsal durum, bilim çevrelerinde cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet (gender) terimleri ile isimlendirilerek birbirinden ayrı tutulmaktadır. Bu ayrımın tarihi ise son derece yenidir. Toplumsal cinsiyet (gender) kavramını sosyolojiye dahil eden Ann Oakley, 1972 yılında yayımlanan Sex, Gender and Society’de açıkladığı üzere, cinsiyet (sex) biyolojik açıdan erkek/kadın ayrımını anlatırken, toplumsal cinsiyet (gender) erkeklik ile kadınlık arasındaki toplumsal bakımdan eşitsiz bölmeye gönderme yapmaktadır. (2)

     Peki, kadın felsefe tarihinde hak ettiği yeri alabilmiş miydi? Felsefede insan denilince, işaret edilen genellikle kadın olmuyordu. Özellikle Antik Yunan felsefesinde kadının rolleri toplum tarafından önceden belirlenmişti. Kadın eksik akıllı idi çünkü duygusal bir varlıktı. Erkek ise aklı temsil etmekteydi. Aristoteles “Politika” adlı eserinde, evlilik ilişkisinden çıkan yönetim ile ilgili görüşlerini şu şekilde dile getirmektedir; “Kadın ve çocuklar üstündeki yönetim, hepsi özgür kişiler olmakla birlikte, başka bakımlardan ayrı ayrı uygulanır; bir adamın karısı üstündeki yönetimi bir devlet adamının yönetimidir, siyasal bir yönetimdir; çocukları üstündeki yönetimi ise bir kralın yönetimidir. Çünkü erkek, yönetmeye dişiden daha yeteneklidir, meğerki koşullar büsbütün doğaya aykırı olsun; yaşlılar ve tam olgun olanlar da (yönetim için) gençlerden ve toylardan daha yeteneklidir. Erkek ile kadın arasındaki üstünlük-aşağılık ilişkisiyse süreklidir. Çocuklar üstündeki yönetim kralca bir egemenliğe dayanır; çünkü baba hem sevgiden hem de yaştan ötürü yöneticidir ve bu krallık egemenliğinin ilk örneği olmuştur. Onun için, Homeros’un Zeus’a “tanrıların ve insanların babası” deyişi haklıdır. (3)      Demokrasinin ilk denemelerinin gerçekleştiği Antik Çağ Yunan Şehir Devletleri’nde kamusal alanın insanı, erkekti. Oy kullanma, eğitim görme, sanatla uğraşma, felsefe yapma, politikaya atılma vb. hakları sadece Antik Yunan yurttaşı olan erkeğe aitti. Dolayısıyla da toplumsal normları ve düzeni oluşturma erki erkeklerin elindeydi. Böyle bir ataerkil toplumda kadının ikinci sınıf insan olması doğaldı. Kadınlar çocuk doğurmak ve ev işleri ile uğraşmakla yükümlüydüler.

  Kadınların ve dişil olanın bu gelenekten dışlanması kasıtlı bir komplo değil, var olan toplumsal koşulların doğal bir sonucudur. Bu koşullar değiştikçe felsefenin de değişeceğini söylemek mümkün; nitekim 20. yüzyılda kadınların felsefe alanına daha fazla girmeleri ve feminist felsefenin gelişmesi de bunun bir göstergesi. (4) İşte feminist felsefe rasyonaliteyi erilliğe, duygusallığı ise dişiliğe eşitlediğinde, kadını erkeğin yokluğu, eksik ötekisi olarak tanımladığına inanılan bütün bir Batı felsefesi geleneğine şiddetle karşı çıkarken, ontolojik ikiciliğin her türünü reddeden; kadınların niçin bastırıldıklarını açıklarken, hakiki anlama ve açıklamanın bastırılanın, tahakküm altına almanın sesine kulak vermekle mümkün olacağını savunan; kısacası kadının ilgi ve çıkarlarını, kimliğini, konu ve duyarlılıklarını ciddiye alan, kadına özgü varlık, düşünme ve eyleme tarzlarının değerini ve önemini vurgulayan felsefe türüdür. Hiç kuşkusuz batı felsefe geleneği içinde az sayıda da olsa kadın yer almıştır ama unutmamak gerekir ki, onlar kadın olmalarına rağmen felsefeci olmuşlardır. Feminist düşüncenin öncüleri arasında sayılabilecek düşünürlerin başında, en eski isim olarak, “Kadınlar Kentinin Kitabı” adlı eserinde kadınların eğitilmesinin büyük önemi ve faydası üzerinde duran Christine de Pizan (1364-1431) bulunur (5).

  Günümüze gelinceye dek pek çok farklı düşünceye sahip düşünürlerle karşılaşırsınız. Feminizmin ortaya çıktığından beri sosyal eşitlik talebinden farklı olarak, çağımızda kadınların sadece erkekler gibi olmayı amaçlamamaları gerektiğini ileri süren görüşlere rastlanır. Çağdaş feminist filozoflar arasında etkili olan önemli bir isim de Luce Irigaray’dır. Bir farklılık etiği geliştiren Irigaray, eşit haklara sahip olma ve hukuk düzeninin tarafsız olduğu mitosuna karşı, farklılığın ilk olarak haklarda kadınlar için ayrılık yapılmasıyla görünür hale getirilmesi, ikinci olarak da cinslerin hukukta kendi izlerini göstermeleri gerektiğini savunur. (6) Bence de eşit haklara sahip olma adına kadın ve erkeğin aynılaştırılması, cinsler arası farklılıkları ortadan kaldırma tehlikesi taşıyabilir. Günümüzde de gözlemlediğimiz gibi iktidar sahibi olmak isteyen kadınların erkek kimliğine bürünme ihtiyaçları olabiliyor. Farklılıkları yok ederek değil farklılıklarımızla adil bir düzen kurmaya çalışmamız daha insancıl bir yaklaşımdır. Her bireye eşit davranmak belki de en büyük haksızlıktır. Adil olmak bireye uygun olan hakları vermektir.

  Biz kadınların her türlü istismara, sömürülmeye, ataerkilliğe yani cinsel egemenliğe ve şiddet kullanan dünyaya karşı kendimizi aşarak özne olmak için yılmadan çabalaması gerekmektedir. Bilimde, felsefede, sanatta, siyasette, iktisatta ve hukukta iz bırakanlar arasında öteki değil gerçek özne olarak var olabiliriz. Var olma yolculuğunda başkalarının gölgeleri olarak değil kendi kimliklerimizle olduğumuz gibi, kadın gibi, insan gibi yürümeliyiz.


 KAYNAKÇA

1) TÜRK DİL KURUMU, www.tdk.gov.tr.

2) Doç. Dr. Celalettin Vatandaş, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsiyet Rollerinin Algılanışı, s.31, 2007,

Erişim:(htt://scholar.google.com/scholar?q=related:NüAQwn)

3) (Aristoteles, Politika, Çev.Mete Tunçay, İstanbul, REMZİ KİTABEVİ Yayınları, 1983, s.26)

4) Prof. Dr.Fatmagül Berktay, Felsefeyi “Öteki”ne açmak…*, 2010,

 Erişim: (http ://m.bianet.org/kadın/120619-felsefeyi-…)

5) AHMET CEVİZCİ, Büyük Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Say Yayınları, 2017, s.788.

 6) AHMET CEVİZCİ, Büyük Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Say Yayınları, 2017, s.791.

 

Dergiler Haberleri