A. Tarık Timur
attimur@gmail.com
Toplumsal hareket sendikacılığı kavramı artık göreceli olarak çok da yeni bir olgu olmasa da yaşanan finansal krizin “çözüm” yöntemi olarak daha fazla neoliberal ekonomik politikaların uygulamaya konması ve bunun sonucunda hem sokaklarda hem de tartışma platformlarında daha da sık ve yüksek sesle sorulan “Yok mu bunun başka bir yolu?”, sorusu örgütlü mücadele ve bunun uzantısı olan toplumsal hareket sendikacılığı üzerinde yeni bir yoğunlaşmayı beraberinde getirdi. Ancak, bu haklı soruyu ortaya çıkaran şartların ağırlığı ve toplumun her kesiminden insanlar üzerindeki olumsuz etkileri, toplumsal hareket sendikacılığının gerçek anlamda ne olduğu ve neler başarabileceği konusunda gerçekçi olmayan beklentiler doğuruyor. Aslında güney yarımküredeki uygulamalarında (bkz. Güney Afrika, Brezilya, Filipinler) özellikle uygulayıcılar açısından bu kafa karışıklığı olmasa da, toplumsal hareket sendikacılığı kavramı kuzey yarımkürede de tartışılmaya ve uygulanmaya başlayınca her boyutu hakkında çeşitli kesimlerce görüşler dillendirilmeye başlandı. Hatta ismi konusunda bile “toplumsal sendikacılık mı yoksa toplumsal hareket sendikacılığı mı?” şeklinde bir tartışma bile yaşandı ve yaşanıyor. Bu yazı(ların) amacı bu tartışmalara değinmek ve hem biraz kavrama ışık tutmak hem de biraz daha kafa karıştırıp DAÜ-SEN genel kurulunda başlayan fikir cimnastiğini devam ettirmek olacak.
Toplumsal hareket sendikacılığı denince ilk aşamada ileri sürülen görüş sendikaların faaliyetlerini işyerleri ile kısıtlamayıp toplumsal, ekonomik ve siyasi hayatın bütün boyutlarına taşıması oluyor. Zaten sadece belli bir kısım emekçinin hakları ve sorunları üzerine yoğunlaşan; dar kapsamlı olarak belirlenmiş amaçları gerçekleştirmek için toplu iş sözleşmesini ve bazen de grevleri başlıca araçlar olarak gören; belirlenmiş siyasi, yasal ve sosyal çerçevenin dışına çıkmayan ve kendi işyerlerine yoğunlaşan liderleriyle “işyeri” ya da “hizmet” sendikacılığının, günümüz şartlarında, toplumsal hareket sendikacılığı önünde pek şansı olmadığı da açık. Geçerli bir alternatif olarak toplumsal hareket sendikacılığı bu anlamda yalnızca üyelerin değil toplumun her kesiminin siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel alanlardaki sorunları ve bunların çözümleri üzerine yoğunlaşıyor. Burada da sendikaların toplumu dönüştürücü ve değişim aracı olarak kullanılması rolleri ortaya çıkıyor. Ancak bu rolün en iyi şekilde yerine getirilmesi yalnızca sendikaların ve üyelerinin çabalarına bağlı değildir. Karmaşık toplumsal doku içinde başarılı olmak için birçok başka faktörü de göz önüne almak gerekiyor.
Neoliberal politikaların üçlü sac ayağı –özelleştirme, esnekleştirme ve kuralsızlaştırma- emekçileri daha da fazla ezdikçe doğal olarak örgütlü mücadeleden beklentiler de artıyor. Bazı akademisyen ve sendikacılar da yaşanan krizi toplumsal hareket sendikacılığı için büyük bir fırsat olarak görüyor ve çeşitli ülkelerdeki deneyimleri örnek olarak gösteriyorlar. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden bir tanesi de Kanada ile Amerikan sendikal hareketlerinin karşılaştırılmasıdır (bkz; Kumar ve Murray, 2006). 1980’lerde Amerika’da sendikal hareket yoğun bir kan kaybı yaşarken (Reagan ve İngiltere’de sendikal harekete yapılan saldırıların mimarı Thatcher’i de yad etmeyi unutmayalım bu arada!) aynı durum Kanada’da söz konusu olmadı. Birçok yazar bunu Kanada’da toplumsal sendikacılık hareketinin güçlü olmasına bağlamıştır. Bu yaklaşım farkı bazı durumlarda sendikaların ikiye bölünmesine de yol açmış ama günün sonunda Kanada’da sendikaların göreceli olarak güçlü kalması sonucunu doğurmuştur. Yaşanan deneyimlere de bakıldığında kabul etmek gerekiyor ki insanların işlerini, maaşlarını kaybettikleri, sosyal devletin tabutuna son birkaç çivinin çakılmaya çalışıldığı ortam örgütlü mücadelenin önemini ve gücünü göstermek için gayet uygun bir ortam. Ama bir noktada dikkatli olmak gerekiyor: Bu sistemin yaşadığı ilk kriz değil ve sistemden beslenenler oturup emekçilerin ve halkların harekete geçip ipleri eline alma çabasını izlemeyecekler. Tam tersine daha fazla baskı, daha fazla acı reçete, sendikalara ve diğer sivil toplum örgütlerine daha fazla saldırı ile sistemlerini korku salarak korumaya çalışacaklar ve hali hazırda zeten yaptıkları da bu; devletin kendisine devredilen şiddet kullanma hakkını halka karşı kullanarak sistemi koruma çabası (bkz. Yine yeniden Naomi Klein ve Şok Doktrini ya da David Harvey ve Yeni Emperyalizm). O yüzden günümüzde çoğu sendikacının benimsediği, dillendirdiği, işaret ettiği doğrultuda hareket etmeye çalıştığı toplumsal hareket sendikacılığını iyi anlamak, bu yöndeki çabaları gerçekçi beklentilerle beslemek, ve başarı şansını arttırmak için neler yapılabileceğini açık bir şekilde belirlemek gerektiğini düşünüyorum.
Herşeyden önce bir noktayı ortaya koymak gerekiyor: Toplumsal hareket sendikacılığı sihirli bir değnek değil ve geniş tabanlı bir toplumsal muhalefetin parçası olamadan tek başına elde edeceği başarı sınırlı ve kısa ömürlü olacaktır. 1970’lerden itibaren gerek sendikalaşma oranı gerekse sendikal başarı olarak genel anlamda aşağıya doğru giden bir grafik var. Ve birçok kesim de toplumsal hareket sendikacılığını bu aşağıya doğru giden eğilimi tersine çevirecek strateji olarak görüyor. Öyle de olabilir ama mutlaka bu sonucu doğuracak diye bir şart da yok. Aşağı doğru giden grafiğe rağmen şu da bir gerçek ki sendikalar neoliberal politikalara karşı ellerinden geldiğince mücadele ediyorlar. Bazen başarılı oluyorlar bazen de başarısız ama genel resime bakıldığında sendikaların yaşanan kriz, krizin temelinde yatan sistemden kaynaklanan sorunlar, çivi çiviyi söker mantığının yansıması olarak krize “çözüm” olarak uygulanan neoliberal politikalar hakkında kitleleri gerektiği kadar bilgilendiremediği, bilinçlendiremediği ve harekete geçiremediği de bir gerçek; ki bunlar toplumsal hareket sendikacılığı için oldukça önemli konular. Durum böyle olunca da sürekli bir savunma durumu hakim oluyor ve karşı tarafın yaptığı saldırılar savuşturulmaya çalışılıyor. Burada ortaya çıkan “Peki ne yapmalı?” sorusu başka bir yazının konusu. Önce toplumsal hareket sendikacılığının ne olduğunu ortaya koymaya çalışalım.
Yukarıda kısaca değindiğim toplumsal hareket sendikacılığının tanımı ve kapsamı hakkındaki değişik yaklaşımların sebebi aslında bu tip sendikacılığın akademik dille ortaya konabilecek bir modelden değil sokaktan beslenmesi, hızla değişen koşullara karşı birşeyler yapabilme çabasındaki toplumsal muhalefet içinde kendine yer bulmasındandır. Bu nedenledir ki Kanada’da pratikte uygulanan toplumsal hareket sendikacılığı Amerika veya Kıbrıs’taki örnekleriyle bire bir aynı olmayacak; aynı stratejileri, politikaları ve aygıtları kullanamayacaktır. Ancak bu da bazı genel özellikleri ortaya koymamıza da engel değildir. Toplumsal hareket sendikacılığı denince genel kabul görmüş ana görüş şu: Sendikal mücadele artık işyeri sınırları içinde toplu iş görüşmesi-toplu iş sözleşmesi-grev üçlü sac ayağına dayanarak yürütülemiyor. Günümüz koşullarında anlamlı ve sonuç alacak bir sendikal mücadele için işyeri sınırlarının dışına çıkılmalı, toplumun bütün kesimleri ile işbirliği içinde bir toplumsal hareket olarak örgütlenme yoluna gidilmelidir. Yaşanan krize ve artçı sarsıntılarına bakıldığında uygulanan politikaların sadece ücret ve çalışma koşullarını etkilemediği açıkça görülüyor. Sistemin çözüm diye dayattığı politikalar sağlık, eğitim, beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçları da etkiliyor; sosyal devleti ortadan kaldırıyor. Bu tür bir büyük çaplı değişklik getiren politikalarla işyeri sendikacılığı ile mücadele edilemeyeceği açıktır. Sendikal hareket ekonomik, siyasi ve toplumsal bir temele oturtulmalıdır. Bu bağlamda belirlenen ana amaç da toplumun değişik kesimlerinde destek noktaları oluşturarak örgütlü mücadeleyi geliştirmek ve neoliberal ekonominin empoze ettiği şartlara karşı durmaktır.
Toplumsal hareket sendikacılığının salt ekonomik analiz karşıtı bir duruşu vardır; emekçi kitlelerin yegane sorunlarını ücret ve özlük hakları olarak görmez. İçinde yaşadıkları toplumun bir bireyi olarak değişik alanlarda değişik roller oynadıklarını ve bu rolleri oynarken değişik problemler ve deneyimlerle karşılaştığını kabul eder.Bu bağlamda da emekçilerin ekonomik, sosyal ve siyasal hayatın her boyutunda aktif olmalarını ve belli bri hayat standartına sahip olmaları gerektiğini savunur. Toplumsal hareket sendikacılığı gruplaşma karşıtı bir duruş da sergiler. Amaç, belli işyerlerindeki emekçilerin çıkarlarını savunmak değil; bütün emekçilerin çıkarları ve sorunları üzerine yoğunlaşmak ve toplumsal hareket içinde eylemde bulunmaktır. Bu amaçla da sadece işyeri ile sınırlı eylemliliği değil (grev ve benzeri eylemler) işyeri sınırlarını aşan bir örgütlü eylemliliği savunur. Doğal olarak da içinde bulunduğu toplumun bütün kesimlerinde ortaklık ve işbirliği kurma çalışmalarında bulunur. Toplumsal hareket sendikacılığı liderlerin baskın olduğu sendikalar yerine üyelerin aktif katılımıyla örgütlenmeyi savunur. Özgürlükçü bir siyaset izler ve isteklerini her platformda dile getirir.
Bitirirken; daha doğrusu bu konuya bir virgül koyarken tekrarlamakta fayda var. Toplumsal hareket sendikacılığı emekçilerin bütün sorunlarını bir çırpıda çözecek; sendikalara bir anda siyasi ve ekonomik güç sağlayacak sihirli bir formül değildir. Toplumsal harekete dahil olmak demek başarısız olma riskini de almak demektir. Yukarıda çizilen çerçevenin her coğrafyanın sosyolojik, kültürel, siyasi ve ekonomik koşulları göz önüne alınarak somut eylemlere dönüştürülmesi gerekmektedir; ki bu daha da zor bir adımdır. Tabii bu da “nasıl bir toplumsal hareket sendikacılığı?” sorusunu gündeme getirmektedir. Bu konuyu da ayrı bir yazının fikir cimnastiğinde ele alalım.
* 6-7 Nisan 2013 tarihleri arasında Doğu Akdeniz Üniversitesi Akademik Personel Sendikası (DAÜ-SEN) 30. yılını kutladığı Genel Kurul toplantısını gerçekleştirdi. Her zaman yapılan genel kurullardan farklı olarak bu yılki genel kurul programı içinde mini konferanslar da düzenlendi. Umarım bu uygulama devam eder ve bu tür zengin programlar DAÜ-SEN genel kurulları için bir gelenek haline gelir. İlk gün programında yer alan bu toplantılarda Tufan Erhürman ve Ercan Hoşkara sırası ile “Aydın ve Siyaset” ve “Toplumsal Sendikacılık ve Siyaset” konularında konuşma yaptılar ve her iki oturumda da izleyicilerin de etkin katılımı ile oldukça yararlı tartışmalar ve görüş alışverişi yaşandı. Ancak zaman kısıtından dolayı birçok konu da tartışılamadı ve hazırlanmış programa uyma zorunluluğu olmasa sanırım mini konferanslar daha da uzun sürerdi. Zaten bu yazıyı yazma sebebim de bu “tadı damağında kalma” duygusudur. Genel Kurulu bu güzel fikirle zenginleştiren ve bu yazıyı yazma sebebini oluşturan DAÜ-SEN Yürütme Kurulu’na ve mini konferanslara katılan herkese teşekkür ederim.