Ayça Demet Atay
ayca.atay@neu.edu.tr
Kimsiniz?
Toplumsal kimlik, yani kim olduğumuz sorusuna verdiğimiz yanıt, kim olmadığımızda saklı. Bir başka ifadeyle her toplumsal kimliğin “kurucu dışsal”ı var. Kimlik kendisini bu kurucu dışsalın aynasında tanımlıyor. “Öteki”ni ya da “ötekileri” dışarıda bırakarak, kendisini var ediyor. Bir başka ifadeyle “dışarısı” içeriyi belirliyor; size kim olmadığınızı söyleyerek, kim olduğunuza dair ipuçları veriyor.
“Avrupalı” ve “Türk” kimlikleri, yüzyıllar boyunca kendilerini birbirlerinin aynasında tanımladılar. Örneğin 18.yüzyılda Fransa Kralı 15.Louis’in sarayına büyükelçi olarak gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Fransa Sefaretnamesi adlı kitabında tam da şu ifadeyi kullanıyordu: “Türkler ve Frenkler gece ve gündüz kadar farklıdırlar. Bir Türk’ü ters yüz ederseniz, bir Frenk elde edersiniz”. Osmanlılar, o dönemde Avrupalılara Frenk, Avrupa’ya da Frengistan diyorlardı.
“Avrupalı” ve “Türk” kolektif kimliklerinin oluşum sürecinde, onların duygusal bilinçdışını etkileyen toplumsal mitler de önemli rol oynadı. Bu yazıda, bu kolektif kimliklerin oluşumunda toplumsal mitlerin rolüne değinmek istiyorum. Bunu neden yapacağım? Çünkü savım şu: “Türklük” ve “Avrupalılık” kimliklerine dair toplumsal mitlerin, hâlâ Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde engel teşkil ettiğini düşünüyorum. Yükselen sağ popülizm, siyasetini “öteki”ne karşı kuruyor. Ve “Avrupalı” kimliğinin “öteki”lerinin başlıcası “Türk” olageldi.
Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, merkez sol ve merkez sağ kan kaybederken, sağ popülist ve milliyetçi siyasetler yükseliş gösterdi. Türkiye’de de 2002 yılından bu yana sağ popülist bir parti iktidarda. Ayhan Kaya, Max-Valentin Robert ve Ayşe Tecmen tarafından bu yıl yapılan akademik bir çalışma, Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi ile Marine Le Pen’in Ulusal Cephesi’nin söylemlerini karşılaştırmış. Sonuç: Her iki tarafın “öteki”ni kurgulanmasında göze çarpan benzerlikler var. Her ikisi de sıklıkla duyguları harekete geçiren mitlere gönderme yapıyor. Erdoğan, Osmanlı mitlerine, özellikle de “fetih” mitine sıkça başvururken, Le Pen, “Fransa’nın düşmanları” söylemi üzerinden Jan Dark mitine sarılıyor.
Toplumsal mitler
Peki “mit” nedir? Mitler, toplumun kolektif hafızasının unsurları olarak kolektif kimliğin oluşumunda önemli rol oynuyor. Kolektif hafıza kavramını ilk kez ortaya atan Fransız sosyolog ve filozof Maurice Halbwachs’e göre, her sosyal grup, geçmişine dair, kendi kimliğini vurgulayan bir hafıza geliştiriyor. Grup üyeleri tarafından paylaşılan bu geçmiş imgesi, grubun devamlılığına katkıda bulunuyor. Bir toplumsal grubun kolektif hafızası sürekli olarak yeniden inşa ediliyor ve geçmişe yansıtılıyor. Edward Said kolektif hafıza kavramı için şöyle diyor: “Kolektif hafıza etkisiz ve pasif bir şey değil, geçmiş olayların seçildiği, yeniden yapılandırıldığı, sürdürüldüğü, değiştirildiği ve politik anlamıyla donatıldığı bir faaliyet alanıdır.”
Toplumsal Mitler ve Kolektif İmgelemler olarak Türkçe’ye çevrilebilecek “Social Myths and Collective Imaginaries” kitabında Gérard Bouchard, toplumsal mitlerin insanların gündelik yaşamında var olmaya devam ettiğini ve kimliklerinin bilinçdışını etkilediğini yazar. Toplumsal mit, bir toplulukta geniş ölçüde paylaşılan toplumsal bağın sembolik temelleri, yani değerler, inançlar, idealler ve gelenekler ile ilgilidir.
Bouchard'a göre toplumsal mit, yakın ya da uzak geçmişin referanslarına dayanan bir tür kolektif temsildir. Gerçek ve kurgunun, duygu ve aklın, bilinç ve bilinçdışının, doğrunun ve yalanın bir karışımıdır. Bir toplumsal mitin, “doğru” olup olmadığına değil, etkisine bakmak gerekir.
Mitlerin oluşumunda, toplumların tarihindeki önemli olayların kolektif hafızada yarattığı duygusal izler rol oynar. Bu olaylar olumlu ya da olumsuz olabilir. Yarattıkları duygular da öyle. Örneğin bir askeri zafer kolektif hafızada, olumlu bir kendine güven duygusu bırakır. İstanbul’un fethi gibi. Bir yenilgi de benzer bir şekilde yas duygusu yaratabilir. İstanbul’un fethinin karşı tarafta yarattığı duygu gibi. Geçmişteki olaylardan gelen bu duygular, bugün farklı toplumsal aktörler tarafından stratejik amaçlar için uyandırılmaktadır.
Bu yazıda, “Avrupalı” kimliğinin oluşumundaki, “barbar Türk” mitine ve “Türk” kolektif hafızasındaki “gavur Avrupalı” mitine dair kısa bir tarihi yolculuğa çıkacağız.
İstanbul’un fethinin Avrupa’daki yansımaları
Doğu Roma İmparatorluğu’nun son topraklarının başkenti olan Konstantinopolis’in Osmanlılar tarafından fethedilmesi, “Avrupalı” kimliğinin oluşumuna damga vurdu. Ortodoks Bizans, Katolik dünyada “Doğulu” bir öteki olarak görülmekle birlikte, Konstantinopolis’in fethi, tüm Hıristiyan dünyasında öfke ve korku yarattı. Kardinal Bessarion’un dönemin Venedik yöneticisine yazdığı mektup, dönemin psikolojisini yansıtmaktadır:
“Çok gelişip güzelleşen bu şehir… Doğu'nun ihtişamı ve zaferi… En vahşi barbarlar tarafından yakalandı, yok edildi, perişan edildi ve tamamen yağmalandı. En vahşi barbarların şiddeti kontrol edilmediği takdirde, İtalya'nın ve diğer toprakların tehdit altında olduğu aşikârdır.”
“En vahşi barbarların” yani Osmanlıların yarattığı tehdide karşı, Papa II. Pius, Hıristiyan dünyasını, Avrupa’yı korumak için ortak bir güç oluşturmaya davet eder. Papa konuşmasında, “bizim Avrupamız, Hıristiyan Avrupamız” ifadelerine sıklıkla başvurur ve Avrupa halkları anlamına gelen bir sıfatı ilk kez kullanır: Europeaus yani Avrupalılar.
Avrupalılarda şok, nefret ve korku yaratan Konstantinopolis’in Türkler tarafından fethi, on yıl sonra, 1463'te Avrupa bütünleşmesinin ilk politik modellerinden birinin yaratılmasına yol açar. Osmanlı’nın genişlemesini durdurmanın tek yolu olarak ‘Birleşik Avrupa’yı, gören Bohemya Prensi George Podebrad, krallık ve prensliklerin birleşmesinden oluşan bir Avrupa konfederasyonu önerir. Podebrad’ın seçilmiş bir meclis, bir krallar konseyi ve bir mahkemeden oluşan modelinin yapısı, Avrupa Birliği’ninkine çarpıcı biçimde benziyordu. O dönemde, “Türk korkusu” o kadar yaygındı ki, Avrupa topraklarının Osmanlılara bırakılarak, Avrupalı halkların Yeni Dünya’ya yani Amerika’ya taşınması gerektiği gibi fikirler bile ifade bulabiliyordu.
Avrupa’daki hakim söylemde, “despotik, barbar ve vahşi” olarak tanımlanan Osmanlılar, “Avrupalı” kimliğinden dışlanan her şeyi temsil ediyor ve Avrupa uygarlığına bir tehdit olarak görülüyorlardı.
Fetihten bir yüzyıl sonra, Protestanlığın lideri Martin Luther, 1529 tarihli “Savaş Vaazı”nda Türkleri “Şeytan” olarak betimliyordu. Öte yandan, Martin Luther’in çağdaşı Erasmus ise, bu yaygın Türk korkusu ve nefretine eleştirel bakıyordu. Hümanist geleneğin temsilcisi olan Erasmus, “De bello Turcico” (Türklere karşı savaş üzerine) adlı makalesinde şunları yazıyordu:
Cahil ayaktakımı, ne zaman Türk adını duysalar, hemen huşu içinde kan çağıran bir öfkeye kapılıyor ve onları köpekler ve Hıristiyanlığın düşmanları olarak adlandırıyorlar. Bu ayaktakımının tamamen unuttuğu bir şey var ki o da her şeyden önce “Türkler insandır”; ikinci olarak da onlar “İbrahim’in mirasçıları olarak yarı-Hıristiyandır”.
Bu dönemin Avrupasında iki Türk imgesi dolaşıyordu. Hakim olan imge, “vahşi ve kana susamış bir gavur” imgesiydi. Osmanlılarla temasta bulunmuş olan sınırlı sayıdaki Avrupalı elit arasında ifade bulan olumlu imge ise Avrupalıdan farklı ama iyi niteliklere sahip bir “öteki” imgesiydi. Osmanlı İmparatorluğu’na gönderilmiş olan Fransız Büyükelçisi Ogier Ghislain de Busbecq, 1589 tarihli “Türk Mektupları” kitabında, Osmanlıları olumlu “öteki” olarak şöyle betimliyordu:
Avrupalılardan çok farklı, ancak takdir edilebilir niteliklerine sahip olan bir halk: askeri ve idari beceriler, hoşgörülü bir hükümet, Avrupa’dan daha basit, daha hızlı ve daha az yozlaşmış bir adalet sistemi, istikrarlı bir sosyal düzen ve dayanıklılık, tutumluluk, ayıklık, temizlik, nezaket ve misafirperverlik gibi hoş sosyal özellikler.
16.yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık, “Avrupalılığın” tanımlayıcı öğesi olmaktan çıktı. Ve Aydınlanma Çağı’yla birlikte “Avrupa” fikri uygarlıkla özdeşleşmeye başladı. “Uygar Avrupa”nın karşısında “barbar Doğulu” imgesi kuruldu. Mesela Osmanlı İmparatorluğu üzerine 19.yüzyılın sonlarında İngiliz tarihçi Edward Augustus Freeman tarafından yazılmış bir kitapta şöyle deniliyordu:
Avrupa medeniyetinin ilk kez doğduğu topraklarda, Avrupalı, uygar adam, Asyalı barbar tarafından yönetilmekte. Aslında Türk’ü Avrupa halklarından ayıran fark, sıradan lisanın ifade edemeyeceği kadar büyük ve aşılmazdır. Tüm Avrupa uluslarının, siyasi ve dini farklılıklarına rağmen, ne kadar ortak noktası olduğunu anladığımızda, Türk’ün hepsine ne kadar yabancı olduğunu da açıkça anlayacağız.
“Gavur Frenk”
Osmanlılar içinse Avrupalı demek “gavur Frenk” demekti. Prusyalı Mareşal Helmut von Moltke’nin anıları bu durumu tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. 1835 yılında Sultan II. Mahmut tarafından ordunun modernleştirilmesi çalışmaları için ülkeye davet edilen von Moltke, Türkçe öğrenir ve İstanbul, Çanakkale ve Balkanlarda çalışmalar yürütür. Von Moltke, anılarında kendisinin ve kendisiyle birlikte çalışan Avrupalı meslektaşlarının “gavur” muamelesi gördüğünü anlatır. Von Moltke “1835-1839 Yılları Arasında Türkiye’deki Koşullar ve Olaylara Dair Mektuplar” adlı kitabında şöyle yazar:
Albaylar bize saygı gösteriyordu. Subaylar da bize tahammül gösteriyor ve kibar davranıyorlardı ama sıradan erler bize silahlarını teslim etmiyorlardı. Kadınlar ve çocuklar ise zaman zaman küfürlerle bizi takip ediyorlardı. Erler itaat ediyorlar ama selam vermiyorlardı. Türk komutanlar, erlerden gavurlara saygı gösterip selam vermelerini istemeye cesaret bile edemiyorlardı.
Sonuç
Avrupa Birliği ve Türkiye giderek birbirinden uzaklaşıyorlar. Avrupa tarafında Türkiye’nin üyeliğine olan destek azalırken, Türkiye’deyse Avrupa Birliği’ne katılım isteği azalıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinden bir yıl önce, 2001 yılında yapılan bir araştırma, Türkiye’de halkın yüzde 75’inin Avrupa Birliği üyeliğinin Türkiye için iyi olacağı düşüncesini taşıdığını gösterirken, aynı soruya olumlu yanıt verenlerin oranı 2015 yılında yüzde 33’e düşmüş. Bu soru şimdi sorulsa, olumlu yanıt verenlerin oranıdaha da düşük çıkacaktır.
Günümüzde, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sıklıkla başvurduğu “fetih” mitinin, Avrupa’daki yansıması olan “barbar Türk” toplumsal miti, özellikle yükselen popülist ve milliyetçi sağ tarafından aktive ediliyor. Mitler duyguları harekete geçiriyor.
Bununla ilgili olarak şunu söyleyebiliriz ki Avrupa Birliği – Türkiye ilişkileri uluslararası siyasetin rasyonel müzakereler boyutunun ötesinde, bir kimlik meselesi halinde de seyrediyor. Toplumsal mitlerin popülist siyaset tarafından stratejik kullanımı, tabii ki Türkiye’nin ve Avrupa Birliği’nin birbirinden uzaklaşmasının yegâne sebebi değil ama kolektif hafızadaki bu mitler, kimlik siyasetinin önemli unsurları olarak varlıklarını sürdürüyor.
Popülizm demişken kısaca şunu da tartışmak gerekir: Popülizm bir ideoloji mi? Öyle gibi ama öyle değil. Paul Taggart’ın ifadesiyle popülizm “zor ve kaygan” bir kavram. Diğer ideolojilerin açık açık ya da üstü kapalı bir dille savunduğu eşitlik, özgürlük, adalet gibi değerleri varken, popülizmin böyle temel değerleri bulunmuyor. Bir başka ifadeyle popülizm “boş” bir ideoloji ve şu üç temel üzerinde yükseliyor: 1) Muğlak bir kitle olarak toplumun tümünü kapsadığı varsayılan “halk”ın söylemsel inşası 2) Halk-elit karşıtlığı 3) “Öteki” olarak kurulan grupların dışlanması.
Popülist siyasi iletişimin retoriğiyse genellikle duygulara hitap ediyor. Gündelik hatta argo dil kullanılarak, “halk”ın karşısında kurgulanan grupları suçlayıcı bir yaklaşım içinde, karmaşık sorunlar basite indirgeniyor. İçi boş bir ideolojik söylem olarak popülizm, “öteki” olarak kurgulanan grupları dışlayarak var olabiliyor. “Biz” ve “onlar”… “Barbar Türk” “gavur Avrupalı”ya karşı… Mitler hâlâ ayakta…