Güncel ÖNKAL
guncelo@gmail.com
Uygarlığımızın bastırmaya dayalı, şiddeti kendinden menkul, yıpratıcı/yıkıcı bir uygarlık olduğunu söyleyen Freud’u ve Fromm’u dinlersek, üstüne Marcuse’un teknoloji ile “tek-boyutlu” hale getirilmiş ve bastırılmış benliklerimizin kamusal alanda kendisini artık tam anlamıyla gösteremeyeceği gerçeğini de eklersek halimizi birazcık kabullenmiş oluruz. Bu gerçeği felsefi olarak meşrulaştırmanın adına çağımızda “etik” diyoruz. Ahlaki olanın ötesinde, tüm insanlığın erdem ve onurunu korumak adına alınan tedbirlere ve kanunu besleyen anlayışa verilen yalın ama büyülü bir addır etik. Etik düşüncesinin tarihi çok eski değildir. Ahlak felsefesi yapan filozoflardan çok daha sonraları, İkinci Dünya Savaşının yıktığı akıl ve duygu varlığı yüce insan motifine yapılan bir ağıttır etik. Adına enstitüler, kürsüler, kurum ve kuruluşlar olan koca bir mit!
Etik düşüncenin çağımız açısından işlevini yitirdiğini bize haykıran pek çok düşünür vardır: Derrida, Deleuze, Guattari, Baudrillard, Badiou, vd… Hepsinin ortak noktası şudur: İnsan artık “normal” değildir.
O, normal olana nedensiz biçimde karşıdır. Verili olanı sürekli olarak yeniden ve yeniden anlamaya çalışan, yeniden üreterek kendini kuran, anormalliği uğruna para harcayandır. “Başkası”nı zengin eden, başkası üzerinden kendisini anlamaya çabalayıp şizofrenik benlik bölünmelerini gidermek adına postmodern alışkanlıklar edinmiş koca bir boşluktur. Artık birey, özne değildir, öznelliğinde ruhsuz doğandır.
Rabelais’in Gargantua’sı gibi iştahı asla kesilmeyen ne kadar değer varsa hepsini yutan ancak sindiremeyen, şiddet ve öfke kusan, siyasetten bilime, dinden sanata “plastik” bir varlık, gerilimler arasında salınan yaşamını yüceleştiren gariban bir simülasyon (benzetim) yığını. Bir kuru yansıma, gölgenin ta kendisi ışık kaynağı olmadan, yapayalnız.
Sanatçı Julien Pacaud, toplumsal şizofreninin masum bireylerini belgeleyen illüstrasyon çalışmalarında, anılan bağıntıdan hareketle iç içe geçmiş yanlışlardan çıkan doğruların saçma birlikteliğine (absurdité), akıl yitimine, mantıksal temelsizliğine ve şizoid çelişkilerine dikkati çeker (www.julienpacaud.com). Etik kontrol ve bastırma mekanizması Pacaud için gri tonları serimler. Öylesine renksizdir ki bu geçişler, gücünü renksizliğinden alır ve bir o kadar da manzaranın alacasını gölgeleyecek kadar baskındır. İşte kapitalist sözde “etik” çerçevesinde evrilen, kurgulanmış/programlanmış toplumsal hayat, doğanın, insan olmanın ve diğer insanlarla birlikte yaşamanın renklerini emer; çürütür; kurutur; küflendirir; grileştirir. Kültür çoğulculuğa değil tekilciliğe, haklar hukuksuzluğa, özgürlük trajediye, üretim tüketime, doğum ölüme, iyilik kötülüğe, ben başkasına yenik düşer adeta.
Normalliği, aklıbaşındalığı, isteme ve yapma özgürlüğümüzü, değerlerimizi, kültürümüzü ve kendimizi tarif ettiğimiz ne varsa hepsi göndermeleri (referansları) açısından yetim kalmıştır. Ruhunu yitirdiğini söyleyen bir insanlığın garip ve mağdur insanları olmak varoluşsal bir sıkıntı değil midir?
Toplumsal şizofreninin masum bireysel halleri kendisini en belirgin biçimde siyaset-etik ilişkisinde gösterir; insan hakları ve hukuk mücadelelerinde gün yüzüne çıkar. Çağımızın bu anlamdaki en önemli kavramı ise etik çalışmalarının başbelası ve bir anlamda da varlık sebebi sayılan “yozlaşma”dır.
Bireysel, toplumsal ve siyasal yozlaşmanın biçimleri uluslararası topluluğun dünyanın geleceğini planlama çabasına ket vuran başat engel yozlaşmanın derinliği ve yaygınlığıdır. “Derin” yozlaşma, “yaygın” yozlaşmadan daha tehlikeli olabilir. Şizofrenik toplumsal tahayyüller içerisinde bireyin yozlaşması ve içinde bulunduğu durumdan çıkış yolu olarak “kuralların arkasından dolanma” ilkesini içselleştirmesi, bu anlayışı alışkanlık haline getirmesi masumiyet karnesinin sona erişidir. İşte bu nedenle bireyin masum halleri genel yozlaşma prensibi içerisinde lekelenir. Varoluşsal sıkıntısı ile boğuşamayan, bu sıkıntının köklerini besleyen can suyu olarak ekonomik çarpıklığı göremeyen gündelik bakışlar yozlaşmanın yaygınlaşmasının en etkili aracı haline gelir. Başka deyişle, zaten bozuk olan bu düzende ben neden düzgün olayım ki? sorusu bireyin ve dolayısıyla insanlık idealinin sona erişidir.
Etik çalışmaları, yozlaşmanın gerek bireysel gerek toplumsal ve kurumsal olarak hayatımızdan çıkarılması anlamında önemli bir uyarı işlevi görür. Ancak burada vurgulanması gereken şudur ki etik, “uyarı” işlevinin ötesine de tek başına geçemeyecektir. Etik amaçları ve olması gerekenleri düşündürür. Düşünmek isteyen için etik vardır. Etik tek başına bir anlam ifade etmez. Oysa ki en başta zaten sağlıklı düşünmenin son iki yüzyılda nasıl erozyona uğradığı tarif edilmişti. Bu durumda etik, bu yüzyılda form ve işlev değiştirmek durumunda kalacaktır. Etik hukuka yaklaşmıştır ve özellikle siyasal yozlaşmanın içerisinde “kamu etiği” çalışmaları hukuksal /normatif önlemlerle anlamlı olacaktır. Aksi halde etik sadece dışarıdan “ithal” edilen bir “ayar” olarak kalacaktır.
Anlam ve kavram sağlığı sekteye uğramış bireyin içinde yer aldığı ve bir o kadar grileştirilmiş toplumlarda yozlaşmanın tedavi yollarından bir diğeri de demokrasinin işlevlerinden yararlanmaktır.
KKTC. ve TC.de yaşanan son iki seçimde böylesine ince bir “ayar” çekilmemiş midir?
Kendisini, atıl birey olmanın ötesinde ve öznel/bencil dünyası dışında başkasına sorumluluğu açısından da değerli/sorumlu gören vatandaşların oylarıyla yeni siyaset biçimleri, yeni demokrasi talepleri ve hak mücadeleleri gündeme gelmemiş midir? Demek ki yaşadığımız vatan bu çerçevede kuramsal olarak soyut gözüken tüm ifadelerin vuku bulduğu somut sosyolojik gözlem sahasıdır.
İşte bu noktada Pacaud’dan daha yetkin resimleri bizler de tasarlayabiliriz. Malzememiz boldur. İyisi ve kötüsüyle, tüketim ve üretim ilişkileriyle Batı coğrafyasının yüzyıllar önce geçirdiği kritik aşamaları bizlere tekrar tekrar yaşatmasının bedelini resmimize yansıtabiliriz. Renklerle oynayabilir, büyük planın dışına çıkabiliriz. Resimlerimizin daha az şizofrenik olması için hepimize daha içten sorumluluklar düşmektedir; yoksa gri dilde, düşünmede ve dış dünyada hep egemen kalacaktır. Gündelik yaşamın tüketim albenisi ve geçici hevesleri bizi bitirecektir. Aklı ve amaçları örselenmiş figüranlar olmanın baygın huzuru, yozlaşma konforu, lüks tutkusu, kültürsüzleştirilme karşı refleksini yitiren felçli bakışlar, körlük…
Oysa egemenlik kayıtsız şartsız milletlerindir; demokrasinin tanımından doğan gereklerini yaşayan ve yaşatan, düşündüğünü eyleyebilen milletlerin…