Gündelik konuşmalarda, ev sohbetlerinde, politik söylevlerde ve sanat ortamlarında gittikçe daha sık konuşulur oldu, Kıbrıs Türk Toplumu’nun yok olma sürecini yaşadığı konusu...
Farklı kesim ve ortamlarda, farklı çıkış noktaları ya da farklı kanıtlarla sürdürülüyor olsa da, tartışmanın ana teması bu...
Söylenen her söz, atılan her nutuk, ağdalaşıp ağırlaşan her sohbet bu ana temanın getirdiği açmazda eriyip gerçekliğini ve ciddiyetini yitirdikçe; “Ne olacak bu memleketin hali?” düzleminde bir traji-komiğe dönüşmekten kurtaramıyor kendini...
Cinayetler(ve trafik cinayetleri), hırsızlıklar; bağımlı, kötü yönetimler; devletçilik oynayan egemen kesimler; ve her yolu “mubah” sayan köşe dönücüler arasında, ruhsuz robotlar gibi devinen insanlarımız, kendilerine biçilen rollerin gerçek dışı yüzeyselliğinde yaşar gibi davranarak, durumu idare ediyorlar...
Bu yüzeyselliği kırıp “Kral çıplak” diye haykırma cesareti gösteren az sayıdaki aydın, sanatçı insanımız da derhal, düşünce özürlü dil cambazlarının bilimsel sövgüleriyle ödüllendirilerek(!); susturulmak isteniyor...
“Umutsuzluğun batağındaki işbirlikçi; Aydın maskaralığı yapan sanatçı bozuntuları; Ruhunu burjuvaziye satan dönekler; haddini bilmez ukalalar” bu “bilimsel sövgüler”den yalnızca birkaçı...
Bu örnekleri sıralamamın nedeni, tartışmaların düzeyini göstermek; ve her alanda, bu düzey ve düzlemde “tartışan” bu toplumun “yok olmaması için daha neye ihtiyacı olduğu?” sorusunu gündeme getirmektir.
Evet, bu toplum neden yok olmasın? “Tartışan” kesimlerin yüzeyselliğinden mi; ne okuyup, ne yazmadığı için mi; kendi geleceğini başkalarına ipotek ettiği için mi; kurtarıcısından kurtulamadığı için mi; çocuklarını yarının robotları olarak eğittiği için mi? Kısacası, “neden yok oluyor?” sorusunun yanıtını, “neden yok olmasın?”da aramak gerekiyor, diye düşünüyorum.
Yarım yamalak bir vatanda, yarım yamalak beyinlerle, kültürel kimliğini/benliğini bulamamış bir toplumun geleceği elbette ki belirsiz olacaktır... Hele bu konuda ciddi hiçbir çaba göstermediğimiz sürece...
Bugün okullar tatile giriyor; toplumun geleceğiyle birlikte...
“Eğitimde sistem arayışları” tartışmalarına bakınız; kimsenin, eğitimin temel işlevi üzerinde durduğu yok... Çünkü, ortada “evrensel düşünce” yok.. Kendimizi “dünyanın merkezi olarak” görmekten çevremizi göremiyoruz...
Eğitimle, kültürle donanımlı, düşünebilen, kendi kişiliğini (ve kimliğini) oluşturup, geliştirebilecek; hazırı tüketici değil, yeniden ve yeniden üretebilecek nesiller yetiştirmeyi nasıl başarırız yerine; dar dünya görüşleri(ki buna “mahalle görüşleri” demek daha doğru olur)’nin bezirganlığı ve küçük çıkar hesapları peşinde koşuluyor...
Çocuklarımızın da bizim gibi “at gözlüklü, ezberci, kimliksiz hazır yiyiciler” olarak yetişmesi için, “felaket çığlıkları” ile ortalığı bulandırıp; eskiyi koruma çabasında çırpınıyorlar... Tartışmalar, kut törenleri’ni andıran büyük tantanalar ve tamtam dansları arasında sürüp giderken; “Okul” tabelalı toplama kamplarına kapattığımız çocuklarımız, sıralara bağlanmış kurbanlıklar gibi bekleşip duruyorlar, endişeli bakışlarla...
Sanatı, en iyi algılayabilecekleri; kişilik ve kimlik biçimlenmesini yaşayacakları bu en değerli yıllarında çocuklarımızın ruhunu karartıp; onlara, “ruhsuz robotlar olma” ya da “ülkeyi terk etme” ikilemini dayatmaktan öte verdiğimiz bir şey yok... Para’nın ve Dava’nın kurşun askerleri rolünden sıyrılıp, olaya farklı boyutlarda yaklaşanların ödülü(!) ise, biraz önce sözünü ettiğimiz bilimsel sövgüler(!) oluyor...
ÜSS’ye, ÖYS’ye endeksli bir müfredatla “toplumun geleceği” dediğimiz gençlerimize, çocuklarımıza verdiğimiz “bilgiler” yalanlarla, yanlışlarla, eksikliklerle, çarpıtmalarla dolu... “Ezber yöntemi”, “boş vakitleri doldurma yaklaşımları” ile onları sanattan soğutmak için elden gelen yapılıyor... Evrensel kültür yerine, hamasi mahalle kültürü ile donattığımız çocuklarımızı daha sonra koştuğumuz birkaç sınavla “tembeller” ve “zekiler” diye kategorize edip; sağa sola fırlatıyoruz...
“Toplumun geleceği”, işte böyle böyle; yalan dolan, yarım yamalak bir kimlik ve aldatılmışlığın burgacında kıvranan bir durumda, gittikçe daha hızlı tükeniyor...
Dış etkenleri bir yana koyun, yalnızca eğitim sektöründeki bu durum bile “bu toplum neden yok olmasın?” sorusuna bir yanıt değil mi?
8 Haziran 1995
* REFERANDUM isimli kitabımdan…
Aradan geçen 16 yılda aynı şeyleri yaşayıp; konuştuğumuzun fotoğrafıdır…