ÇOCUK GÖZÜMDE KIBRIS VE ANILAR -20-
Erdinç Gündüz
Zaman geçtikçe daha disiplinli bir ordu görünümü kazanmaya başlamıştık. Kıyafetlerimiz düzenlenmişti. Taburlar, Bölükler, Takımlar, Mangalar daha bir organizeydi.
Üç büyük (!) eğlencesi vardı Lefkoşa halkının. Biri hafta sonlarında Mücahitler Gazinosu’ndaki müzikli geceler; diğeri hafta sonları yapılan bayrak törenleri veya ulusal bayramlardaki resmi geçitler; bir diğeri de, Boğaz’a kadar gidip, bir ayran içip eve dönmek.
Bazı izin günlerinde ben de gidiyordum Boğaz’a. Tek başıma gittiğim de olmuştu çokça. Arabayı ‘Dar Boğaz’a yakın bir yere parkedip, Lefkoşa’nın bizim gidemediğimiz kısmına, Trodos dağlarına bakıp bakıp düşüncelere daldığım zamanlardı bunlar. Trodos dağlarının serin havasını hissetmeye çalışırdım bu kadar uzaktan da olsa... İngiliz Okulu’ndaki günlerimi düşünür dururdum....
Rum arkadaşlarım da gelirdi aklıma...Ne yapıyorlardı şimdilerde? Sınıf arkadaşlarım, benim gibi, düşman(!) mı gözetliyorlardı nöbet yerlerinde? Silahlarla içiçe miydiler bizim gibi? Benim gibi, öte tarafta, mesela Atalasa’da bir yerlerde oturup, ‘Türk bölgesine’ bakıp bakıp, beni, bizi, Türk arkadaşlarını anıyorlar mıydı?
***
Boyum uzun... Fiziğim uygun... Birdenbire Bölüğün Bayraktar’ı olarak bulmuştum kendimi. Resmi geçitli törenlerde ben temsil ediyorum Bayrak’la bölüğümü. Bu nedenle de bir başka anlam kazanmıştı askeri törenler benim için.
Girne Kapısı’ndaki Atatürk Heykeli önünde yapılan törenler de bir başka hava kazanmış durumdaydı. Ulusal Bayramlardaki Resmi Geçit’ler halkın büyük ilgisini çekiyor, büyük kalabalıklar dolduruyordu caddeyi. Tören geçişleri sırasında avuçlarını patlatırcasına alkışlayan coşkulu insanlarımız vardı kaldırımlarda. Onlar alkışladıkça biz de ayaklarımızı daha sert vuruyorduk asfalta. Güven ve moral kazandırıyordu bu törenler bize de. Herhalde bizi izleyen sivil halka da. Kendimizi çok güçlü bir ordu sandığımız bile oluyordu zaman zaman. Rum’un gücümüz karşısında bir halt edemeyeceği kanaatindeydik çoğunluğumuz. Ama aslında Rum’un gücü hakkındaki bilgimiz çok kısıtlıydı. Hatta sadece tahminlere dayalıydı.
Bando, “Mücahitler Marşı”nı , “Akıncılar Marşı”nı bir başka çalıyordu bu törenlerde. Yahut da bize öyle geliyordu. Ayaklarımız, sert adımlarımızdan ağrıyordu çoğu zaman. Çünkü bir rekabet vardı Bölükler arasında. “En sert ve en düzenli adımlarla hangi Bölük geçecek” rekabeti. Ama hiçbir zaman bu rekabetten kimin galip çıktığı belirlenemiyordu. Her Bölük “en sert ve en disiplinli” olduğundan emindi çünkü.
Bu törenler, çok özel günlerdi bizim için. Heyecan dolu, gurur dolu günler olması bir yana, kendimizi halkla bütünleşmiş hissediyorduk bu törenlerde. Ellerinde bayraklarla çılgınca tezahürat yapanlar, Mücahitlerin geçişlerini alkışlayan liseli kızlar, erkekler, hatta minik çocuklar, yaşlılar...
Resmi Geçit başlamazdan önce, Atatürk Heykeli önünde konuşmalar oluyordu. Ama biz bu konuşmalarda neler söylendiğini hiçbir zaman duymuyorduk. Zaten hoparlörler sadece protokolün bulunduğu yere ve çevresine yönelikti. Biraz uzak olanlar Atatürk Heykeli önünde olup bitenlerden, nutuklardan habersizdi hep. Mücahit Birlikleri uzaktaydı. Yeni Saha’nın, Yapı Endüstri Meslek Lisesi’nin oralarda. Sessizce bekleşirdik. Taa ki Komutanların “Uygun adım marş” komutu gelene kadar.
Uzakta nutuklar atılıyordu. Belki de “Kahraman Mücahitler”e övgüler yağdırılıyordu konuşmalarda. Ama “Kahraman Mücahitler” neler söylendiğinden habersiz, bekleşiyordu. Ve nihayet komut geliyor, başlıyorduk uygun adım yürümeye. Önce, uzaktaki bandodan, davulunun sesi seçilebiliyordu ancak. Güm. güm güm, güm...Yaklaştıkça diğer sesleri de seçmeye başlıyorduk. Protokolün önüne iyice yaklaştığımızda adımlar daha da bir sertleşiyor, daha bir uyumlu olmaya başlıyordu. Protokolda hep bildik simalar vardı. Ama zaten geçip giderken bizim orada oturanları gördüğümüz falan da yoktu. Kaldırımlar da insanlarla doluydu. Özellikle çocuklar bir başka coşkuluydu. Ve geçip gidiyorduk 20 saniye içinde, bir sel gibi.