Toy Poodle Sevgimiz ve Katledilen Eşeklerimiz

Hayvan haklarını konuşurken, tartışmayı kapitalizm ve doğa ilişkisinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Zira bu ilişki gelmiş geçmiş en “toksik” ilişki olabilir.

Toy Poodle Sevgimiz ve Katledilen Eşeklerimiz

Kamil İpçiler
kamil.ipciler@gmail.com

Başlık biraz tuhaf oldu değil mi? Fotoğraf da zaten biraz rahatsız edici.

Birçok insanın bağlantısız bulacağı, ilk bakışta gerçekten de apayrı şeyler gibi duran iki konu. Ancak, arada bir bağlantı olup olmadığına yazının sonunda karar verelim bence.

Karpaz eşeklerinin katledilmesi tüm ülkeyi derinden yaraladı. Yediden yetmişe herkes, eşeklerin katliamına tepki gösterirken, katillere ise ciddi bir öfke yağdı.

Karpaz’da yaşanan olayda tam 14 eşek katledilirken, eşeklerden birinin doğum yaptığı sırada katledilen bir anne olması, katillerin insanlıktan nasibini almamış olduğu yönünde yorumlandı. Hatta bazı tepkiler Karpaz bölge halkını ve belirli bir etnik kökeni hedef almaktaydı...

Oysa sorun katillerin insanlığında değil de, katlettikleri canlılara yönelik bakış açılarında olabilir miydi?

Yani soruyu şöyle sorarsak;

“Bu katiller için, hayvanlar bizler gibi yaşam hakkı olan birer canlı mıydı; yoksa insanların maddi çıkar, arzu ve isteklerine göre yaşaması, kullanılması, alınıp satılması ve hatta öldürülmesi kabul edilebilir olan birer mal mıydı?”

Soruyu bu şekilde sorduğumuz anda, karşı karşıya olduğumuz sorun Karpaz sınırlarının ötesine geçmeye başlıyor…


Hayvanların Yaşam Hakkını “Reddeden” Zihniyet

Karpaz’daki katliamdan bir ay önce, Hayvan Refahı Yasası’nda yapılmak istenen değişiklikleri ve buna kimlerin hangi gerekçe ile karşı çıktığını anlayarak konuya giriş yapmak iyi olabilir. Bu şekilde Karpaz’da yaşananların bölge insanları veya bir etnik köken ile alakalı olmadığını daha net kavrayabiliriz.

İlk olarak Hayvan Refahı Yasası’nda yapılmak istenen Ceza (Değişiklik) Yasa Önerisi’nin ne içerdiğini kısaca ifade etmeye çalışalım. Yasada yapılacak değişiklikle hayvanlara verilen her türlü zararın ve hayvan dövüşü ya da işkence gibi eziyetlerin cezasının “para cezası” olmaktan çıkarılarak, ağır ceza ile yargılamaların önü açılarak, bu kişilere hapis cezası verilebilmesi hedefleniyor...

Özetle, bir hayvana zarar verenlerin, sanki bir “mala/mülke” zarar vermişçesine “parasını ödeyerek” cezasını çekmiş sayılacağı durumun değişmesi, “bir cana zarar vermenin karşılığında ağır ceza alınabilecek yasal zeminin oluşturulması” için bu yasal mücadele verilmekte.

Peki söz konusu Ceza (Değişiklik) Yasa Önerisi Meclis’e sunulduğunda ne mi oluyor?
Horoz dövüştürenler dernek olarak Meclis’i ziyaret ediyor ve yürürlükteki mevcut Hayvan Refah Yasası’nı ihlal ederek suç işleyen bu kişiler, suç kapsamındaki faaliyetlerini yürütmekte oldukları dernek adı altında Meclis’te ağırlanarak görüşleri alınıyor. Sürecin devamı zaten malumunuz… Hasan Tosunoğlu isimli zat, Meclis kürsüsünde gerçekleştirdiği konuşma ile hayvan dövüşlerinin kültürümüze ait olduğunu söylüyor ve bunu yapanlara hapis cezası verilmesinin yanlış olacağını savunuyor. Bunun üzerine yasa geri çekilerek konu adeta “askıya alınıyor”. Bu olaydan birkaç ay sonra da Karpaz’da eşek katliamı yaşanıyor. Eşek katliamına hayvanseverlerle birlikte kimler mi tepki gösteriyor? Meclis’te bu yasanın askıya alınmasına sebep olan hükümet kanadının milletvekilleri… Oysa hayvanları “mal olarak gören” bu zihniyet o gün en azından Meclis’te değişim için el kaldırmış olsaydı, Karpaz’daki katillerin sadece 1-2 ay sonra 14 eşeği katletmeye cesaret etmesi mümkün olmayacaktı. Ya da en azından bu katillerin bir miktar para cezası ile bu işten yırtamayacağı kesinleşmiş olacaktı…
 

“Bana Ne Yararı Var, İsterse Bir Tane Eşek Kalmasın” diyen Zihniyet

Karpaz’daki katliamdan bir ay sonra ise başka bir ibretlik durum yaşanıyor… Bölgedeki köylerden birinin muhtarı olan bir şahıs “eşeklerden bana ne, isterse bir tane bile kalmasın, bunlar hiçbir işe yaramayan, cehenneme kadar yolu olan hayvanlar” ifadelerini kullanarak çektiği video ile haberlere konu oluyor. Böylesi acı bir olaydan yalnızca 1 ay sonra, bir muhtarın nasıl bu ifadeleri kullanabildiğine insan ilk etapta şaşırıyor. Evet insanın emeğinin heba olması acı bir durumdur. Ancak sebebi ne olursa olsun, yaşam hakkı ile ilgili böyle kritik bir süreçte hayvanların hedef gösterilmeye devam edilmesi, sessiz kalınmaması ve cezasız kalmaması gereken bir konudur…

Emeğine üzülmenin ötesinde, muhtarın ifadelerinin içerisinde bolca nefret ve tahammülsüzlük vardır. Ancak “isterse bir tane bile kalmasın… hiçbir işe yaramayan hayvanlar” sözlerini, anlık veya bireysel bir tepkinin ötesinde okuyup anlamaya çalışmak, hayvanlara yönelik bakış açısını, resmin bütününü ve olayların bağlantısını görebilmemize daha çok katkı sağlayacaktır.


Toksik Bir İlişki…

Hayvan haklarını konuşurken, tartışmayı kapitalizm ve doğa ilişkisinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Zira bu ilişki gelmiş geçmiş en “toksik” ilişki olabilir. Öyle bir ilişki ki, sistemin varlığının devamı için insana, insanın varlığının devamı için de doğaya ihtiyaç duyuluyor. Ancak doğa ve tüm canlılar, üzerinde tahakküm kurularak, yalnızca hizmet, tatmin ve kar sağladığı oranda ve durumlarda “değer” görüyor.

Öncelikle şunu anlamak gerekiyor ki insan, sosyal bir varlıktır ve içinde doğup büyüdüğü toplumsal kültürden bağımsız değildir. İnsanın içinde yoğrulduğu toplumsal kültürü ise, ekonomik sistemden bağımsız yorumlamak mümkün değildir. Aslında muhtarın ifadeleri, tam da doğa ile kurulan “toksik ilişkiyi” yansıtmaktadır. Hem de bu toksik ilişki, yalnızca yaşam tarzı ile doğadan uzaklaşmış kitlelere değil, geçimini topraktan sağlamaya çalışan bir insana bile doğa düşmanlığı yaptırabilmektedir. Eşeğin bu üretim içerisinde bir katkısı yoksa maddi bir değeri yoktur. Veya maddi bir değeri yoksa, yaşamının bir değeri bulunmamaktadır. Muhtarın “bir tane bile kalmasa önemli değildir” ifadesi, aslında sistemin yarattığı toplumsal bir bakış açısının en sade anlatımıdır. Peki hayvanların yaşam hakkına yönelik söz konusu toplumsal bakış açısı, yalnızca Karpaz bölgesindeki bu muhtarla mı kısıtlıdır? Yoksa bu sözler, bir Lefkoşalının “maddi bir değeri olmayan” sokak köpeklerine bakış açısını da anlatmakta mıdır? Gelin yine Karpaz sınırlarından biraz uzağa bakalım…

Hayvan Ticareti ve Kıbrıs’ın Yeni Simgesi: Toy Poodle

Yazının bundan sonraki kısmı artık “hassas içerik”tir…

Zira Karpaz’da eşek katliamı yapanlarla kendimizi, “etnik köken” üzerinden ayrıştırıp, “bunlar bizden değil, sonradan geldiler” diyerek bir nebze huzur bulabiliyoruz.

Meclis’te hayvanların katliamının önünü açan UBP’li ve DP’liler aslında “bizdendir” ama o zaman da konuyu “etnik köken” dışında tartışarak, onları da ülkenin “rüşvet yiyen, menfaatçi, komisyoncu, ahlaki olarak çökmüş ve yozlaşmış bir kesimi” olarak görüp kendimizden ayırabiliyoruz.

Ancak hayvan ticareti yapan ve bu ticarete ortak olanlar artık “bizden” olduğu, yani artık özne “biz ve çevremiz olduğu” için, bu kısımdan sonraki satırlar hassas bir durumu kazımaya başlıyor.

Öncelikle yazının tam bu noktasında Toy Poodle isimli sevimli dostlarımızı konunun dışına çıkarmakta fayda var. Zira tıpkı Karpaz eşekleri gibi, onlar da bizim doğa ve diğer canlılar ile kurduğumuz toksik ilişkinin masum kurbanları ve bu yazı onların yaşadıklarına dikkat çekmek istiyor.

Bilmeyenler için kısaca açıklamak gerekirse Toy Poodle bir köpek türü. Bugünkü ebatlarına ve görüntüsüne getirilmek için laboratuvarda genetiğiyle oynanan köpek türlerinden yalnızca bir tanesi… Yıllardır birçok hayvan türü, genetikleriyle oynanarak insanların “güzellik ve sempatiklik algısına” uygun hale getiriliyor. Genetiğiyle oynanan bu hayvanların eklem ağrıları, nefes problemleri vb kronik rahatsızlıklarla yaşamak durumunda kaldığı da konunun meraklıları tarafından iyi bilinen bir gerçek. Ancak tüm bildiklerimizi görmezden gelmeyi tercih ediyoruz; çünkü bunlar “çok güzel görünecek şekilde” “tasarlanıyorlar” ve bu durum onların ciddi “rağbet görmesine” neden oluyor. (Evet halen hayvanlardan bahsediyorum, kullandığım ifadeler size bir “ürünü” çağrıştırmış olabileceğinden, yazıya bu hatırlatmayı yaparak devam etmek zorunda hissediyorum).

Ne ülkemizde ne de dünyada genetiğiyle oynanmış bu tarz hayvanların ticareti yeni bir durumdur. Zaten bu meselenin yazımızın konusu olmasının nedeni, “evcil hayvan ticaretinin” yukarıda bahsettiğim “doğa ve diğer canlılarla kurulan toksik ilişkinin” bir devamı olmasıdır... Toy Poodle akımının tek farkı, yaşadığımız sosyal medya çağının etkisiyle bugüne kadarki diğer örneklerden farklı olarak bir anda çok yoğun şekilde “ilgi patlaması” yaşanmış olmasıdır. Moda trendleri, parçası olduğumuz kültürün doğal bir parçası olarak görülebilir. Beyaz cipimiz, müstakil evimiz, iphone’umuz, Stanley termosumuz, gittiğimiz mekanlar, takıldığımız insanlar ve hatta “çocuğun okulu” bizim için klasımızı ve sınıfımızı göstermenin bir yolu olabilir ve bu durum, bir yere kadar anlaşabilir bir şey olabilir. Zira yukarıda ifade ettiğim gibi, insan sosyal bir varlıktır ve içinde doğup büyüdüğü toplumsal kültürden bağımsız değildir. İçinde doğduğumuz tüketim kültürüne tek başına bireysel bir direniş ve kendini bundan soyutlama, özellikle tek başına kalınırsa çok da mümkün değildir. Ancak bu tüketim kültürüne masum bir canlıyı dahil ettiğimiz anda, işin rengi değişmektedir.

“Tüy dökmez, koku yapmaz Toy Poodle’larımız gelmiştir”

Bugün ülkemizde bu hayvanın “ticaretini” yapanlar, pazarlamada şu ifadeleri kullanmaktadır;
“Tüy dökmez, koku yapmaz, rengi açılmaz, kilo almaz, kaliteli kan Toy Poodle’larımız gelmiştir”. Adeta bir ürün satar gibi kullanılan bu pazarlama ifadeleri sadece hayvan ticareti yapanların hayvanlara bakış açısını değil; aslında birçok alıcının “üründen” beklentisini yansıtmaktadır. Pazarlamadaki bu ifadeler tesadüfen değil, stratejik olarak belirlenmiştir, çünkü bu alandaki tüccarlar alıcılardan en çok bu noktada sorular almaktadır. Yani hayatına bir canlıyı dahil ettiğinin farkında olmayan insanlar, günlük yaşamlarının bu “alışverişten” olabilecek en minimum şekilde etkilenmesini talep ettikleri için, satıcıyı bu pazarlama taktiğine yönlendirmektedir. Gerçekten üzülerek söylüyorum ki; birçok alıcı için burada ilgi “hayvan sahiplenmeye” değil, “alınacak olan şeyin kendisine” gösterilmektedir. Bu ilanlarda kullanılan “Özel ve kaliteli yavrular” gibi ifadeler ise, alıcının tükettiği lüks ve kendine özel ürün vesilesiyle “özel hissetme” duygusuna hitap etmekte olduğu açıktır... Oysa bir canlının kaç gram ağırlığında kalacağı, renginin solmayacağı ve koku yapmayacağı gibi garantiler vermek, gerçekçi olmadığı gibi, pazarlama taktiği olarak kullanılan bu tarz yalanlar alıcının beklentisini boşa çıkaracağından, hayvanın geleceğini de tehlikeye atmaktadır.

Bu Ticarete Ortak Olmak Ne Anlama Geliyor?

Bir yanda hayvanseverler, sokak hayvanları için yaklaşan katliam tehdidinin farkında olup,  sorununun çözülmesi için “hayvan satışı yasaklansın, sahiplendirmeler barınaklardan yapılsın” diye yırtınırken; petshop dahi olmayıp, hiçbir kaydı veya yasal izni olmadan evinde defalarca “çoğalttığı” köpeklerin yavrularını 70-80 bin TL’ye satan insanlara sosyal medyadaki “ürün satış” sayfalarında “fiyat nedir” diye soruyoruz…

Bu ticarete ortak olarak hem bu hayvanların yaşadığı sömürüye katkı yapıyor, hem de dolaylı olarak sokak hayvanları sorununu da derinleştirmiş oluyoruz.
Bugün maalesef artık sokaklar ve barınaklar cins hayvanlarla ile doludur. Çok sağlıksız bir noktadan ilerleyen Toy Poodle trendinin akıbetinin de sokak ve barınakta biteceğini görmek için geçmişte bazı köpek türlerine gösterilen “ani ve yoğun ilginin” sonuçlarına bakmak yeterlidir… Çünkü her canlı gibi Poodle’larımız da tüy dökecek, koku yapacak, vakit, emek ve eğitim isteyecektir.

Ticaretini Yapmak ile Hayvan Öldürmek Aynı Şey mi?

Elbette ticaretini yapmak veya gösterdiğimiz ilgi ile ticaretinin yapılmasına katkı koymak ile, hayvan katletmek aynı eylemler değildir.

Hatta Karpaz’daki eşeklerin yaşamının, çiftçilerin ürünleri kadar değeri olmadığı için katledilmeleri ile; köpeklerin mal olarak görülmesi ve sürekli doğurtularak yavrularının satılması arasında bir bağlantı olmak zorunda da değildir.

Elbette bu iki eylem; sırf hayvanları meta olarak görüyor, yani onları bir mal olarak ele alıp yaşamlarını değersizleştiriyor diye bağlantılı olmak durumunda değildir. Ve elbette herkesin bir anda tek bir köpek türüne ilgi göstermeye başlaması bir moda akımı veya tüketim kültürünün eseri olmayıp, tamamen tesadüf olarak da kabul edilebilir…

Ancak eğer öyle değilse, maalesef sorun Karpaz’ı aşıyor demektir…

Sanki “diğer canlılar da dahil her şey bizim zevklerimiz, kazancımız ve tüketmemiz için var” yaklaşımı bir şemsiyeymiş de, altında eşek katilleri, hayvan tüccarları ve “hangi hayvanının daha özel ve daha güzel” olduğuna karar veren bizler, hep birlikte oturuyoruz gibi geliyor bana…


Siz ne dersiniz?

(Aşağıya hayvan ticaretinin boyutunu ortaya koyacak bazı görseller bırakmayı planlıyordum. Ancak hayvan tüccarları ile yaptığım birçok ibretlik yazışmayı, “özel hayatın gizliliği” yasasından ötürü maalesef paylaşamıyorum. Bahçecinin bin liralık emeğinin, dülgerin birkaç bin liralık işinin peşinde koşan Vergi Dairesi’ne ise, yavru başına kazanılan on binlerce lira konusunda iyi uykular dilerim.)

Dergiler Haberleri