Tümay Tuğyan
Avrupa Birliği’nin ekonomik olarak Birleşik Krallık’ı geriye çektiği, ülkenin mali kaynaklarının, vatandaşa değil AB’ye hizmet ettiği ve AB olmaksızın çok daha refah bir ekonomik düzenin kurulabileceği iddiası üzerine inşa edilen, bu ideali de esas olarak göçmen karşıtı bir söylemle besleyen bir ‘ayrılık’ kampanyasının ardından zafer(!), sadece %2’lik bir oy farkıyla, ayrılık yanlılarının oldu Büyük Britanya’da.
Bu ‘zafer’in ilk etapta ülkeye getirisi ise piyasalarda tepe taklak olan bir para birimi ile ekonomik ve sosyal anlamda geleceğe dair kocaman bir soru işareti.
‘Ben bundan böyle bu geminin kaptanı olamam, sonbaharda başkanlığı bırakıyorum’ diyerek, AB’den çıkış prosedürünün işletilmesini, kurulacak yeni hükümete devreden bir Başbakan...
Buna karşın, ‘süreci erteleyerek belirsizliği zamana yaymayın, çıkış prosedürünü, yani Lizbon Antlaşması’nın 50’nci maddesinin işletilmesini geciktirmeden başlatın’ diyen bir Avrupa Birliği...
Referandumu takip eden iki iş gününde Amerikan Doları karşısında 1.52 paritesinden 1.31’e gerileyerek tarihi bir düşüş rekoruna imza atan Sterlin’i biraz da olsa sakinleştirebilmek, bu belirsizlik ortamından oldukça ürken yatırımcıların endişelerini, biraz olsun gidermek amacıyla hafta başı sabahın 7’sinde bir basın toplantısı düzenleyen ve ‘çok güçlü temelleri olan bir ekonomiye sahibiz, merak etmeyin’ demek zorunda kalan bir Maliye Bakanı...
Ama ülkelerinin ekonomik geleceğinin ne olacağını bilmeyen milyonlarca Büyük Britanyalı...
Ve Büyük Britanya’daki geleceğinin ne olacağını bilmeyen milyonlarca AB vatandaşı...
Referandum kampanyası boyunca siyasetçiler tarafından ısrarla tırmandırılan yabancı düşmanlığının geldiği noktada, ülkenin farklı yerlerinde hızla artış gösteren ırkçı saldırılara maruz kalan göçmenler/yabancılar...
‘AB içerisinde kalma’ oyu veren İskoçya’nın bir kez daha gündeme gelen bağımsızlık referandumu...
‘AB içerisinde kalma’ oyu veren Kuzey İrlanda’nın, yoluna Büyük Britanya içerisinde devam edip etmeyeceğine ilişkin spekülasyonlar...
En başından beri gözü Cameron’dan boşalacak Başbakanlık koltuğunda olan ‘ayrılık kampı’ lideri, kendisi de bir göçmen olan göçmen karşıtı bir Boris Johnson...
Ve 24 Haziran’ı ‘Bağımsızlık Günü’ ilan ederek, ‘zaferini’ sabah kahvaltısında şampanya patlatarak kutlayan bir Nigel Farage...
İşte Büyük Britanya’da son bir haftanın kısa özeti.
Peki bundan sonra ne olacak?
Bu sorunun yanıtını, şu an için net bir biçimde verebilecek olan kimse yok.
Ayrılma kampanyasını yürütenler dahi 24 Haziran sabahına, çeşit türlü soru işaretleriyle uyandılar, bu da yadsınamaz bir gerçek.
Referandum kampanyası boyunca yapılan açıklamalarda, altı sağlıklı bir biçimde doldurulmamış bir ‘slogan’ propagandasının hakimiyeti vardı.
‘Ülkenin kontrolünü geri almak, Avrupa Birliği tarafından yönetilmekten kurtulmak, göçmenlerin kontrolsüz bir biçimde ülkeye gelişinin önüne geçmek, göçmenlere harcanan paraların ve göçmenler nedeniyle ulaşılamadığı savunulan hizmetlerin yerli halka dönüşünü sağlamak’... gibi sloganlarla yürütülen bir kampanyanın ardından, şimdi bu sloganların altının doldurulma zamanı.
Çünkü ne, ‘nasıl?’ sorusunun cevabı var henüz ortada, ne de aslında iddia edilenlerin, iddia edenlerce dayandırılabildiği sağlam, ikna edici, somut temeller.
Hatta biraz ileri giderek, başta ayrılıkçı cephe olmak üzere siyasetçilerin, bir ülkenin geleceğini doğrudan etkileyecek böylesi bir konuda büyük bir sorumsuzluk örneği gösterdiğini, insanları sağlıklı bir biçimde bilgilendirmedikleri gibi, işin ciddiyetine uygun olmayan bir biçimde, kişisel politik hırslarını, üyesi oldukları siyasi partiler içerisinde yaşadıkları çıkar çatışmalarını dahi referandum sonucunu etkileyecek biçimde kullandıklarını söylemeliyim.
Galler’de yaşanan bir kadın 23 Haziran’da televizyon kameralarına, belediyenin halka açık tuvaletleri kaldırmasını gerekçe göstererek Avrupa Birliği’nden ‘ayrılma’ yönünde oy kullandığını söylüyor.
Bu, referandumun aslında nasıl bir bilgi kirliliği ve eksikliğinin gölgesinde gerçekleştirildiğinin çok somut bir örneği.
Peki Kuzey İrlanda’dan Sorumlu Devlet Bakanı Theresa Villiers’in, kampanya süresince ‘ayrılık’ propagandası yürüttüğü halde, referandumun hemen ardından (muhtemelen işin ciddiyetinin farkına vararak), ‘50’nci maddeyi yürürlüğe koyarsanız (yani AB’den çıkış için gerekli prosedürü başlatırsanız) biz Kuzey İrlandalı milletvekilleri parlamentodaki toplantıları bloke ederiz’ tehdidinde bulunuyor.
Bu da ayrılık propagandasının, ne denli sorumsuzca yürütüldüğünün, nasıl da popülizm yapıldığının çok somut bir örneği.
Kendisi de bir göçmen olan Londra eski Belediye Başkanı, Muhafazakar Parti milletvekili Boris Johnson’un, kampanyanın karşı cephesinde duran David Cameron’un yerine Başbakan olmak için referandumu iyi bir fırsata çevirmesi...
Yakın geçmişe kadar Cameron’un, birlikte tatillere çıktıkları yakın bir aile dostu da olan Adalet Bakanı Michael Gove’un, Eğitim Bakanı olduğu bir önceki dönemde yine Cameron tarafından görevden alınması sonucu, Başbakan’dan siyasi intikam almak amacıyla ‘ayrılma’ cephesinin ‘beyni’ olduğu iddiaları...
Ama galiba tüm bunlardan önce, referandumun gündeme getirildiği dönemi, referandumun gündeme getirilmesinin ardındaki motivasyonu hatırlayıp, esas ‘sorumsuz politik tavrı’ orada aramak lazım.
Son dönemde Avrupa genelinde yükselen milliyetçi akımın Büyük Britanya adresi olan UKIP’in, 2014 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasının, Muhafazakar Parti lideri Başbakan David Cameron’un AB referandumu kartını masaya koymasının temel gerekçesi olduğunu savunmak, sanırım abartılı bir çaba olmaz.
Sonraki yıl yapılacak genel seçimlerde Nigel Farage liderliğindeki UKIP’e gitme potansiyeli bulunan Muhafazakar oyları elinde tutabilmek amacıyla Avrupa Birliği referandumu sözünü veren (bir yandan da bunu AB’ye karşı koz olarak kullanıp ülkesine yönelik birtakım ayrıcalıklar elde etmeyi öngören) Cameron’un oynadığı bu ‘küçük’ oyun, hem kendi sonunu getirdi hem de ülkesini büyük bir bilinmeze sürükledi.
Kişisel olarak bunun bedelini, 2 Eylül’de görevi yeni bir isme devrederek ödeyecek.
Peki ya ülkesinin ödeyeceği bedel?
Şu anda Büyük Britanya’nın önündeki en büyük bilinmez, ekonomik olarak kendini nasıl bir geleceğin beklediği.
Daha ilk birkaç günün bilançosu bile korkutucu.
Sterlin, dolar karşısında son 31 yılın en düşük seviyesine geriledi.
Brexit’in, hisse senetleri düzeyinde global piyasalara 2 günlük maliyeti, tamı tamına 2.1 trilyon dolar. Bu bedelin önemli bir de İngiliz bankaları ve şirketlerinin sırtında.
Önemli uluslararası kredilendirme şirketlerinden biri olan Standard and Poor’s, 2008 ekonomik krizinde bile yapmadığını yaptı, Büyük Britanya’nın kredi notunu düşürdü ki bu devletlerin borçlanma durumunda ödeyecekleri faiz oranını yükselten nahoş bir durum. Çünkü düşük kredi notları, ülkelerin ekonomik ve politik risk oranlarıyla birebir bağlantılı.
Ve önümüzdeki dönemde, bunun ‘dahası’ da olacak.
Orta ve uzun vadeli risk faktörlerinden biri de, dünyanın en sağlam ekonomilerinden biri olduğu söylense de, Avrupa Birliği ortak pazarı dışında kalmanın yaratacağı bedel. Ve ortak Pazar dışında kalmak, ayrılıkçı kampanyayı yürütenlerin bile göze alamadığı bir senaryo. Şimdi, bu pazarda nasıl ve hangi şartlarla kalınabileceği tartışılıyor.
Kısa bir not olarak, Avrupa Birliği ile Büyük Britanya arasındaki ekonomik kaynak dolaşımıyla ilgili rakamların da altını çizmekte fayda var.
Evet Büyük Britanya Avrupa Birliği’ne her yıl çok büyük ekonomik bir kaynak aktarıyor ama çeşitli kanallarla Avrupa Birliği’nden gelen ekonomik değer, gidenden daha fazla.
Ulusal İstatistik Ofisi ONS’nin verilerine göre AB’ye her yıl 294 milyar dolar giderken, AB’den gelen miktar 383 milyar dolar.
Avrupa Birliği’nin finans merkezi konumunda bulunan Londra’nın, AB dışına düştüğü anda bu özelliğini, uzun zamandır fırsat kollayan Frankfurt’a kaptırma olasılığı da, bir diğer felaket senaryosu olarak not edilmekte.
Ve böylesi bir kaotik ortamda, Büyük Britanya siyaseti bir an önce referandum sonucunun gereğini hayata geçirmekle yükümlü.
Evet prosedür çok...
Ve evet önlerinde zaman var.
Ancak öngörülen iki yılı sonuna dek kullanmak, ülke ekonomisi için ne denli akıllı bir adım, onun da hesaplarını çok iyi yapabilmek lazım.
Çünkü belirsizlik ortamları, ekonomilerin en büyük düşmanlarından biri.
Bırakın referandum sonrasında ortaya çıkan kaotik ortamı, referandum kararı alındığından bu yana Büyük Britanya yatırımlar seviyesinde sıkıntılar yaşamakta. Yatırımcı uzun süredir geleceği planlayamıyor, yatırımcı uzun süredir Büyük Britanya’nın ekonomik yolculuğunun nasıl seyredeceğine dair somut veri alamıyor.
Eğer parlamento, halkın sandıkta ‘tavsiye ettiği’ kararı uygulayacaksa, (referandumun tekrarlanması yönünde büyük bir toplumsal baskı var, bunun için Salı günü itibarıyla 4 milyonu aşkın imza toplanmış durumda, İskoçya Başbakanı, parlamentonun ilgili kararını veto etme haklarını kullanmaktan bahsediyor), bunu mümkün olan en kısa zamanda yapmalı.
Aksi, hem ekonomik olarak Büyük Britanya için hiç istenmeyen sonuçlar doğurabilecekken, bunun yanı sıra ve bana göre en az ekonomi kadar önemli bir diğer husus olan iç barış konusunda da çok daha ciddi sıkıntılar yaratabilir.
Etnik çeşitlilik bakımından son derece zengin bir ülke olan Büyük Britanya, bu anlamda Avrupa’nın, hatta dünyanın en hoşgörülü ülkelerinden biri olarak gösterilirken, ayrılık yanlılarının göçmenlere karşı takındığı ırkçı tavır, büyük bir provokasyona unsuruna dönüştü.
Referandum kampanyası boyunca siyasilerin hedef tahtası haline gelen göçmenlere yönelik suçlarda, büyük bir artış yaşanıyor.
Polis, referandumu takip eden 3 günde, nefret suçlarında %57 oranında artış kaydedildiğini duyurdu.
Ve bu ırkçı saldırılar sadece Polonyalılar, Bulgarlar veya Romenler gibi AB göçmenlerine değil, aynı zamanda siyahi ve Asyalı Britanya vatandaşlarına yöneltiliyor.
Yabancıların toplum merkezlerine duvar yazıları yazılıyor, yüzlerine karşı ‘evinize dönün’ diye sloganlar atılıyor, posta kutularına ırkçı ifadeler içeren broşürler bırakılıyor...
Hatta okullardaki çocukların dahi, yabancı arkadaşlarına düşmanlık ifade eden sözel saldırılarda bulunduğu haberleri geliyor.
Başta başkent Londra’da olmak üzere gerek İngiliz Milletler Topluluğu ülkelerinden (Commonwealth) gerekse Avrupa Birliği üye ülkelerinden milyonlarca yabancının yaşadığı bu ülkede, böylesi bir tansiyona neden olan bu siyasi tartışma, bir an önce yine bizzat siyasetçiler tarafından gündemden düşürülmeli.
Nigel Farage gibi ırkçı bir siyasetçinin ateşlediği bir kıvılcım bugün Büyük Britanya’yı, Donald Trump gibi bir başka ırkçı siyasetçiden alkış alır noktaya getirmişse, etnik çeşitlilik toleransı örneği olarak gösterilen Britanyalılar oturup, ‘biz nereye gidiyoruz’ diye iki kere düşünmeli!