“24 Saat Kıbrıslı Türk Olmak”
Tufan Erhürman’ın çeşitli yazılarını bir araya getirdiği ve “Kıbrıslı Türklerin Halleri” adını verdiği kitabını sonuna kadar okumadan not almaya başladım. İlk cümlem aynen şöyle: “İlk bakışta yazarın saplantılı biri olduğunu düşünürsünüz. Edebiyat okusa, dönüp Kıbrıslı Türklere bakıyor. Film seyretse yine öyle. Felsefe okusa ayni. Psikanaliz mi okuyor, o oradan da Kıbrıslı Türklere bakıyor. Tam bir saplantı hali yani… Yazar 24 saat Kıbrıslı Türk. Fakat yazarın bu saplantılı hali içinde doğup büyüdüğü toplumun hallerinden ayrı düşünülemez.” Kitabın sonuna geldiğimde şöyle bir cümle ile karşılaştım: “Belki biraz fazla hüzünlü, biraz fazla romantik, biraz fazla hayalci bulunabilir bu yazının ruhu… Ben de farkındayım. Bugünden yarına güzellikler vaat etmiyor söylediklerimiz. Ama neylersin!? Memleketin hali gibidir hallerimiz”.
Evet, memleketin hali gibidir yazarın hali.
Peki ama nasıl bir halden, nasıl bir ahvalden söz ediyoruz?
Geleneksel Dünya çökerken ve artık iyice eskimiş olan Modern Zamanlar başlarken, çöküntülerin altında kalan bir toplum. Pre-Modern dünya tarihe karıştıktan sonra modern dünyaya ait hiç bir süreci tamamlayamamış. Modernite’yi sadece korku ve kabus olarak yaşamış bir toplum. Ve giderek iyice Görünmez hale gelmiş bir toplum.
Modern dünyada uluslar ve ulus devletler ortaya çıkarken, ne ulus olmuş ne devlet. Ne başka toplumlarla ortaklık kurabilmiş, ne de kendi kendine egemen bir siyasi özne. Giderek, Yurt-Hakkından mahrum bırakılmış, bu yüzden de sadece 1974 öncesi güneyde yaşayanlar değil, aslında bütün toplum sürgünde yaşıyor. Üzerinde yok olma hayaleti dolaşan bir sürgünler toplamı.
Dünya cemaatten cemiyete evirileli o kadar çok oldu ki, bugünlerde yeniden cemaatleşmenin yolları aranıyor. Burası ne cemiyet olmuş ne de cemaat olarak kalabilmiş. Otonom ve bağımsız düşünebilme cesaretini gösteremediği için toyluktan çıkamamış. Birey olamamış insanların, çarpışan otolar gibi çarpışan egoların diyarı. Egoizmle birey olma birbirine karışmış.
Freud’a bakıyor, sonra da dönüp toplumuna bakıyor: Otoriteye başkaldırı… Baba katli. Bunları yapmadan yurttaş olunmaz. Modernite Tanrıyıla birlikte Monarşiye de öldürmektir. Biz de üç ismi yan yana koyun, tam bir asır otorite eder: Sir Münür, Dr. Küçük, Rauf Denktaş, alın size bir asır….
Benzer biçimde, Modernitenin sarsıntıları bütün dünyada yüzleşmeyi gündeme getirdi. Yazar burada kara gerçekle yüzleşmek için haykırıyor, sahipsiz ölülerimizden söz ediyor. Aksi halde geçmişin yükünden kurtulamayacağımızı söylüyor. Bernhard Schlink’i ve başkalarını yardıma çağırıyor.
Bernhard Schlink bir çalışmasında geçmişle yüzleşmenin önemini anlatıyor. Kendi çevirimle buraya aktarıyorum: “Her ne kadar geçmişte yaşananlardan dolayı yeni kuşakları sorumlu tutamazsak da, eski suçların yeni kuşaklara devredildiği bir yer vardır. Bir toplumun üyeleri geçmişte işlenen suçları açığa çıkarıp kabul etmezlerse, kendi toplumunun suçlularını bağırlarına basıp korurlarsa, o zaman suça ortak olurlar. Suç, yeni kuşakları bekliyor demektir. Ta ki bunu kabul edip kınayana kadar. Suçtan arınmak ancak o zaman mümkün olur.” (Bernhard Schlink. Guilt about the Past, s. 18)
Yazar, durmaksızın bunu haykırıyor yazılarında. Fakat bizdeki inat, yine yazarın konu ettiği Heidigger’in küstah inadını aratmıyor. Buna Kıbrıs’ta, biliyorsunuz, “eşek inadı” derler.
Yazar, Jean Paul Sartre’a bağlanarak, “aydın dediğin kendi üstüne vazife olmayan şeylerle ilgilenir” diyor. Doğrudur, ama burada bu çoğu zaman dedikodu yapmak olarak anlaşılıyor. Aslına bakarsak, Sartre’dan Foucault ve Pierre Bourdieu’ya giderken aydının anlamı da epeyce değişmiş, hatta buharlaşmış. Aydın, Dreyfus affaire karşısında devlete “J’accuse” demekti. Ya da Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi karşısında Sartre’ın Cezayirlilerden yana olması gibi bir performans idi. “İktidara hakikati haykırmak” yani… Günümüzde ise haklı olarak Foucaoult ya da Piere Bordiou,” ne aydını yahu, bu da kim” diye soruyorlar, çünkü bunları yapmak ortalama her yurttaşın görevi. Burada yurttaş filan olmadığından hala aydın kim, hakikati kim söyleyecek diye yırtınıyoruz.
Utanç mı dediniz, geçmişte yaşananlardan ötürü utanç! Mesela günümüzün Almanları utanç duymaktan sıkıldı, biz ise henüz utanç duymaya başlamadık bile. Yazarın Amos Oz’dan aktardığı Schadenfreude içinde yaşıyoruz hala. Başkalarının kayıplarından ürettiğimiz o kötücül mutluluk içinde…
Yazar, bizi yas tutmaya davet ediyor. Antigoni’yi örnek olarak veriyor. Kreon’a başkaldıran ve ne olursa olsun kardeşi Polinikis’i gömmek ve yasının tutulmasını isteyen Antigoni’yi… Çünkü biliniyor ki, yası tutulmayan ölüler geri gelir. Bizimkilerin hepsi aramızda dolaşıyor. Yası tutulmamış o kadar çok ölümüz var ki…
Yazarın önem verdiği konulardan biri toplumun köksüzlüğüdür. Ben bu köksüzlüğü sadece eskiyle bağlarını koparmak değil, Yurt-Hakkının ve Yurt-Duygusunun yitimi olarak okumak istiyorum. Fikret Demirağ Kıbrıslı Türklerin yurt duygusunu yitirmelerini ve yabancılaşmalarını ülkenin kaderine bağlar. “Zeytinin, Toprağın ve Köklerin birbirinden ayrı düştüğü” göç durumlarına… Kıbrıslı Türkler böylesi bir yabancılaşma için itildikleri için mağdurdurlar ama kendilerini bu kadar kolayca bırakmaları ve doğup büyüdükleri yerleri -rejimin çağırısına kulak vererek- kolayca terk etmeleri ve yurtlarını –yine rejimin istediği gibi- unutmaya kalkmaları şairi üzer. Şair, “ganimet illetinin” “unutma-egzersizinde” etkili olduğunu düşünür. Göçmen Ölen İçin Hüzünlü Ezgi adlı şiirinde yerinden edilmiş, bu yüzden de gurbette (Kuzey Kıbrıs’ta) ölen Baflı Bayram’a şöyle seslenir:
“Baf köylüsü Bayram son vaktinin gurbetinde ölürken
Duydu mu köyündeki evciği, avlusunun çitleri,
Bir yamaçta yolunu gözleyen rüzgarlı bağı,
Tozlandı mı avlusundaki incir, umut kesip uçtu mu çatısındaki kumru?
“ Gurbet toprağına et parçası gibi gömülürken yüreği
Dağlarının kokularını özleyip sızlamadı mı,
Titremedi mi artık otlarla, çalılarla kaplanan
Küçük toprağı?
Sustu mu yüreğindeki acıyı anlatan ilahi?”
Şair, kendi yurdunda sürgün olan Kıbrıslı Türklerin (Bayramın) nostalji duygusu yaşayıp yaşamadığından emin değildir. Rejimin “nostalji yasağı” uyguladığını biliyor. Ayrıca, ganimet illetinin insanları böylesi bir “Yurt Unutkanlığına” davet ettiğinin farkındadır. Bu yüzden şiirinde, devamla, Bayram’a şöyle seslenir:
“Dün dündü mü diyorsun, göçebe ruhlum;
Hiç mi özlemedin kokusu hala üstünde tüten toprağı,
ki daha yeni tutuyordun bir asma çubuğu gibi?
Neydi takan kuyu boynuna sarı bendoyu,
Neydi geçiren ince bileklerine bilezikleri,
Gözleri, unuttuğu üzümler rengindeki Fatmalı?
Yüzüne iki yabancı göz yerleşti artık
Görmeye görmeye bakımsızlık eceliyle ölen bağını,
Yüreğin köşe döndü, çevrende unutkanlık bulutları.
Bulabildin mi silip unuttuklarının eşdeğerini?”
İşte, Tufan Erhürman’ın konu ettiği Kıbrıslı Türklerin hallerinden bazı örnekler.
Modern zamanlarda bir türlü OLAMAYAN ve Adı Olmayan Kıbrıslı Türklerin halleri…
Olmak için geriye sadece mücadele etmek kalıyor. Çöküntülerin altından çıkmak için, depremde üzerimize yığılan beton parçalarını üstümüzden atmak için tutkulu, “saplantılı” bir mücadele vermekten başka çıkış yolu yok.
Yani, OLMAK için “24 saat Kıbrıslı Türk olmak”. 24 saat mesai yapmak. Eleştirel Düşünmek, Kendine bakmak, Geçmişle Yüzleşmek, Aymazlıktan Kurtulmak. Tıpkı yazarın büyük bir “saplantı” içinde yaptığı gibi. Çünkü Kıbrıslı Türk’ün Mücadeleden başka adı yok! Dönüşüm şart! Fakat yazarın yabancılaşmayı anlatmak için başvurduğu Kafka’nın “Dönüşüm”ünün tersine, böcekten insana doğru…