Zor zamanlar sınavından nasıl bir not alacağız acaba? Bütün sınıf dökülürken iyi bir not almak biraz ayıp sayılmaz mı? Bir yıldır sınav salonundayız. Yenik düşenler, yenilgiyi kabul edenler çıkıp gidiyor. Hiçbir sınav eşit koşullarda gerçekleşemez. Sınavları da sevmiyoruz zaten.
Bir süredir içim acıyor. O ilk zamanlardaki pozitif olalım, çiçek böcek hallerimden pek eser kalmadı. Yenildim mi? Kesinlikle hayır! İnsan acayip bir yaratık. Her koşulda kendine bir avuntu bulabiliyor. Her şey karanlıksa da rüyalar ve fantezi dünyası var.
İçimi en çok ağırlaştıran seyre daldığım dış dünya aslında. Belki de bir sosyal medya detoksuna ihtiyacım var ama o da yalnızlığı daha bir katlıyor.
Kışı atlattık, Kıbrıs cenahlarında bahar çoktan kapıya dayanmış bu karamsarlık da ne ola diyeceksiniz. Karamsarlıktan çok grimserlik belki de benimkisi. Bu sıralar başımı kaşıyamayacak kadar çok işim var. Kapıya dayanmış konferanslar, sınavlar, jüri işlerini filan bitirmem için şu andan itibaren masa başına oturup üç gün filan kalkmamam lazım. Oysa başım bulutlarda. İçimde günlerdir bir şiir çırpınıp duruyor. Müthiş bir fikir yakaladım sanıyorum. Bu dünyada daha önce kimsenin aklına gelmediğini düşündüğüm bir şey. Mümkün mü? Google hazretlerine sormaya korkuyorum.
Her şey de aynı haftaya mı isabet eder? Mart kapıdan baktırmıyor benden tarafta. Çok işim var çok. Çevrimiçi dersler sırasında bir öğrencim konuşmaya başladığında arkadan kuş cıvıltıları işitiliyor. “Neredesin? “ diye sordum geçen gün. “Pencereyi açtım kuş sesleri o yüzden” diyor. Baf’taymış. Ah Baf! Tanrıçamızın kutsal mekânı. Biri beni oralara ışınlasa keşke.
Evde kalıp çalışmak zorundayım ne yazık ki. Belki de her bahar başlangıcında yaşamışımdır bu duyguyu. Geçmişte çalışmak için kafelere gider biraz rahatlatırdım kendimi. Arkadaş buluşmalarında bir miktar enerji depolar ve devam ederdim yola.
Bu yazı bitince her biri beş sayfadan 30 metin daha okuyup 111 metinlik jüri çalışmamın ilk bölümünü tamamlamış olacağım. Sonra henüz elimi sürmediğim iki konferans konuşması var. Böyle yazınca hafiflemiş oluyorum. Kafanızı şişirdiysem af ola. Neler atlatmadık ki bu hayatta?
Hiçbir zaman çalışkan biri olmadım. Zora gelemez derler ya, öyle biriyim aslında. Böyle olunca da yumurta kapıya dayanınca panik içinde çalışmaya yoğunlaşırım. Hep söylemişimdir aylaklık hakkı en çok da şairlere gerekli diye.
Her hafta yazdığım bu yazılara bir de haftada bir Gümüşlük Akademisi için yaptığım Aynı Denizin Kıyısında” başlıklı Akdeniz şiirine dair podcastlar eklendi. Çok da şikayetçi değilim. Böyle zorunluluklar olmasa iyice tembelliği ele alırım çünkü.
Hem tembel olmak hem de bundan dolayı derin suçluluk duyguları taşımak en vahim olan. Belki de çevremde bazı çok disiplinli ve çalışkan arkadaşlarım olduğu için böyle hissediyorum.
Bugün biraz düşündüm. Bu felaketten çıkınca nasıl bir hayata geçeceğiz diye. Böyle dönemler sonunda sanat ve edebiyatta yeni akımlar, patlamalar olmuş hep. Bir de Türkiye’de 12 Eylül sonrası çoğalan barlar, kulüpler, bohem yaşamlar aklıma geldi. Gerçi onları açanların çoğu üniversiteyi bitirmeden hapse düşen ya da politik çalışmalardan ötürü mezun olamayan bizim kuşaktı. 1974 sonrası Kıbrıs’ın güneyinde de şiir dinletilerinin yapıldığı “boiat” ( Buat, Fransızca içmek sözünden geliyor sanırım) denen mekanların rağbette olduğunu biliyoruz. Kıbrıs’ın kuzeyinde de değişik bir hareketlilik olduğunu anımsıyorum.
Zor bir dönem elbet. Ölüm haberleri, başka yıkım haberleriyle dolu. Dünya çok badireler atlatmış geçmişte de. Tufandan sonra sağ kalanlar yeniden anlamlandırmaya çalışacak dünyayı. Böyle de olmak zorunda zaten.
Bunca felaketten çıkaracağımız dersler kurulacak yeni dünyayı anlamlandırmamız için anahtar olacak bize. Eski hamam eski tas diyenler yıkanmadan çıkmış olacak dışarıya. Köprülerin altından akan sular yeni kıyılara taşıyacak bizi. Moralinizi bozmayın, görmezden gelin diyemiyorum. Hatta iliklerimize kadar hissedelim olup biteni. Ama bir süre sonra yeni bir zamana varacağımızı da akıldan çıkarmayalım.