Tünel’den Kıbrıs’taki Trenlere

Serkan Soyalan

   İstanbul’da Tünel’e her gittiğimde oradaki tarihi finikülere biner Beyoğlu’ndan Karaköy’e inerim. O kısa yolculukta kendi iç dünyamda upuzun bir yolculuğa çıkar, bu finikülerin müdavimlerini düşünürüm.

   Bu tarihi finikülere kaç milyon insan binmiştir? Kimisi ümitli, kimisi hüzünlü, kimisi heyecanlı, kimisi de yorgun gözlerle süzmüştür, yanından geçip gittiği duvarları.

   Nice aşklar, sevdalar biriktirmiştir bu koltuklar. Nelere tanıklık etmişlerdir…

***

   Bu tarihi hat 1863'te hizmete giren Londra Metrosu'ndan sonra dünyanın en eski ikinci, Türkiye'nin ise ilk yer altı raylı toplu taşıma sistemidir.

   17 Ocak 1875'te hizmete giren hat, Karaköy ile Beyoğlu arasındaki 573 metrelik güzergâhı yaklaşık 102 saniyede katetmekte, günlük ortalama 24 bin yolcu taşımaktadır.

***

   İstanbul’da Karaköy’den Beyoğlu’na ulaşmak Yüksekkaldırım Yokuşu’ndaki %24’lük çok dik bir eğimden dolayı çok güçtü. Bu güçlüğü ortadan kaldırmak için, düşünülen hat için ilk kürek 1871 yılında vurulmuş, üç yıl süren çalışmaların ardından da 1875’in başında hizmete açılmıştır.

   Yaya olarak çokça adımladığım Yüksekkaldırım Yokuşu, bilhassa yükü olan insanlar için büyük güçlük yaratıyor.

***

   Bilindiği üzere demiryolları XIX. Yüzyılın ilk yarısından itibaren bugünkü modern anlamıyla kullanılıyor. Demiryolundaki bu ilerlemeler buharlı makinedeki gelişmelere paralel olarak yürümüştür. Özellikle İngiliz mühendis George Stephenson’un çabaları sonucu 1830 yılında Liverpool-Manchester arasında modern anlamda ilk demiryolu hattı hizmete açılmıştır.

***

   İstanbul’daki tarihi finikülerde Karaköy’den Beyoğlu’na, Beyoğlu’ndan Karaköy’e gidip gelirken bir de kendi ülkemizi düşündüm. Nüfusu bilinmeyen ülkemizde, trafikte her gün sinir harbi yaşarken toplu taşımacılığın ve alternatif ulaşım araçlarının da olmaması, bu trafik yoğunluğunu daha da artırmakla kalmıyor, bir de kaosa dönüştürüyor.

   Halbuki Kıbrıs, İngiliz İdaresi’ndeyken Kıbrıs Demiryolu İşletmesi (Cyprus Government Railway) kurulmuş, bu işletme raylı sistemle ulaşıma bir alternatif sağlamış ve Lefke'nin Evrihu köyü ile Mağusa şehri arasındaki hat boyunca çalışmıştır.

   Faal olduğu 1905-1951 yılları arasında toplam 3.199.934 ton yük ve 7.348.643 yolcu taşıdığı da kayıtlara yansımıştır.

   Son seferi 31 Aralık 1951 günü saat 14:57’de Lefkoşa’dan Mağusa’ya gerçekleşen yolculukla, Kıbrıs’ta tren seferleri saat 16:38’de Mağusa İstasyonu’unda son buldu.

   Bu hüzünlü vedanın ardından, tren rayları da sökülür ve geriye fotoğraf karelerinde hapsolan anılar kalır.

***

   1979’da Londra’da yayımlanan “The Story Of The Cyprus Government Railway” (Kıbrıs Hükümeti Demiryolunun Öyküsü) kitabında Kraliyet Elektrik ve Makine Mühendisler Birliği’nden emekli B.S. Turner, son yolculuğu şu satırlarla anlatır:

   “Bu arada son trenin 31 Aralık Pazartesi günü öğleden sonra saat 14.57’de Lefkoşa Tren istasyonundan hareketi programlanmıştı ve Hugh Ballantyne,  Mr. Baggaley’i normal trolli yerine 12 numaralı lokomotifin konmasına ikna etti. 12 numaralı lokomotif çok yıllar önce, 21 Ekim 1905’de ilk tren katarını çeken lokomotifti. Böylece son dakika geldi, makinist Sofokli üç yolcu vagonuyla treni Lefkoşa’dan hareket ettirdi. Trende inanılmaz derecede talihli Ballantyne de vardı. Fotoğraf makinesi beraberindeydi. Tren takriben saat 16.58 da Mağusa’ya vardı. Orada Mr. Baggaley, Mağusa komiseri Mr. Weston ve 100 kadar davetli, resmi görevli ve müstahdem tarafından karşılandı”

   Yukarıdaki alıntıda adı geçen Hugh Ballantyne, o sıralarda Kıbrıs’ta bulunan tren meraklısı bir İngiliz’di ve trenlerle ilgili çok fazla fotoğraflar çekmişti.

   T.H. Baggaley ise 1948-1951 yılları arasında Kıbrıs Demiryolları Müdürlüğü yapmıştı.

***

   Kıbrıs’ta raylı sistemlerin izini sürmek isteyen meraklı okuyucular, Güney Kıbrıs’ta Evrychou köyünde bulunan “Tren Müzesi”ni ziyaret edebilirler.

   Kıbrıs’ta trene dair, bilgi, belge ve görsel sunumları ile etkileyici olan müze, tarihe ışık tutuyor.


Bir Tutkunun Peşinde

   Türk edebiyatının devlerinden Sabahattin Ali’nin, inişler ve çıkışlarla geçen kısa yaşamının belki de en verimli dönemiydi Carl Ebert ile çalıştığı yıllar. 1948’de hunharca katledildiğinde henüz 41 yaşında olan Ali, yaşlanabilseydi kimbilir daha ne güzel eserler bırakacaktı bizlere?

   Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali,  2024 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan okuyucusu ile buluşan “Bir Tutkunun Peşinde Carl Ebert” kitabında, babasının ünlü Profesör Carl Ebert ile çalıştığı yılları şu satırlarla anlatır:

   “1933 yılının Türkiye, Avrupa ve dünya tarihinde olduğu kadar benim kişisel tarihimde de önemli bir yeri var. 1933, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun onuncu yılı, aynı zamanda Almanya’da Nasyonal Sosyalist Nazi Partisi’nin seçimleri kazandığı, dolayısıyla Hitler’in iktidara geldiği yıl. Benim için ise, babam Sabahattin Ali’nin Cumhuriyet’in onuncu yılı dolayısıyla çıkan genel afla özgürlüğüne kavuştuğu yıl. Her üç olayın birbiriyle ne ilgisi var diye sorabilirsiniz. Dolaylı da olsa ne ilgisi olduğunu anlatmaya çalışayım.

   (…..) Babam Sabahattin Ali gibi pek çok gencin, genç cumhuriyetin kuruluşundan sadece beş yıl sonra 1928’de açılan devlet sınavını kazanarak Almanya’ya ‘tahsile’ gönderilmesi işte bu dinamizmin eseridir. Devlet bursuyla okuduğu Almanya’dan döndüğünde aynı devletin Sabahattin Ali gibi sıradışı kişiliklere karşı hoşgörüsü yoktur. Başı beladan kurtulmaz, iftiraya uğrar, mahkûm olur, hapse girer. Aynı devlet, onu affeder, ama burnu iyice sürtene kadar yeniden iş vermez. Aynı devlet, yurtdışında okuttuğu bu sıradışı ele avuca sığmaz adamı sonunda tam da istediği gibi bir göreve tayin eder. Yeni kurulan Ankara Musiki Muallim Mektebi’nde önce Almanca öğretmeni, ardından da Devlet Konservatuarı Tiyatro ve Opera bölümlerini kuran Prof. Carl Ebert’in çevirmeni ve dramaturgudur artık.

   Yıllar sonra ben, New York’ta TC Devlet Bursu yerine Amerikan Fulbright bursu ile tahsil etmekteyken Carl Ebert’le yeniden bir araya gelmiş ve bu buluşmayı anneme 1 Şubat 1961 tarihli mektubumla müjdelemiştim:

   ‘Carl Ebert’in burada olduğunu sana söylemiştim. Metropolitan Operası’nda Martha operasını sahneye koyuyor. Ona bir mektup yazıp New York’ta yaşadığımı haber vermiştim. Bu Pazar bir telgraf çekmiş, çok memnun olduğunu ve ona hemen telefon etmemi yazmış. Bu öğle ANTA binasında buluşup yemeğe gittik. Ebert hiç değişmemiş. Beni görünce öyle sevindi ve öyle candan davrandı ki gözlerim yaşardı. Seni sordu, nasıl olduğunu bilhassa samimiyetle öğrenmek istedi. Bana cidden çok babaca davrandı, eski günleri hatırladım. Babam için söyledikleri ise çok duygulandırdı beni. ‘Türkiye’de çok dostum vardı, fakat baban tek arkadaşımdı. İkimiz tam manasıyla bir ‘Bruderscaft’ (kardeşlik) kurmuştuk. Hayatımda ailem dışında ‘du’ yani sen diye hitabettiğim nadir ve kıymetli insanlardan biridir. Meslek hayatımın en enteresan ve faydalı safhası Türkiye’de geçmiştir, bu hususta babanın bana yardımlarını unutamam’ dedi.’