Yunanistan’daki askeri cuntanın 1974 Temmuz’unda Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği askeri darbeden bu yana Türkiye ve Yunanistan, Ege Denizi üzerindeki anlaşmazlıkları nedeniyle birçok kez gerilimli bir ilişki yaşadı.
Buna rağmen sıcak bir çatışma hep ertelenmiş ya da taraflar çatışmadan diplomatik yöntemlerle caydırılmıştır.
Bu çatışmadan kaçınmanın ya da caydırılmanın perde arkasında iki devletin NATO üyesi olması nedeniyle başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin diplomasiyi öne çıkararak sonuç almış olmalarıdır.
Bunun yanı sıra, her iki devletin siyasal rejim ve dış politika tercihleri de Batı’nın diplomatik girişimlerine olumlu tepki verilmesinde yol oynamıştır.
İçeride yaşadığı Cunta deneyimi ve Kıbrıs’ta giriştiği 15 Temmuz 1974 darbesinden sonra Yunanistan demokratikleşme sürecinde hızla ilerleyerek 1982’de AB’ne üye olmuştur. Bunun ötesinde, günümüzde demokratik gelişmesini konsolide etmiş bir devlet olarak karşımıza çıkmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’nın ‘zayıf halkası’ olarak görülen Yunanistan, sadece demokrasisini konsolide etmekle kalmamış, uluslararası sistem içindeki yerini AB ve NATO üyeliği aracılığıyla Batı’dan yana tavır alacak şekilde konumlandırmıştır.
Türkiye ise ayni dönem içinde yaşadığı bir dizi gizli-açık askeri darbe girişimine rağmen demokratikleşme yönünde bir eğilimi canlı tutmuş ve AB üyeliğini ulusal bir hedef olarak belirlemiştir.
Hem demokratikleşme yönündeki canlı dinamikleriyle hem de NATO’nun önemli bir üyesi olarak geliştirdiği askeri gücüyle Türkiye Batı için bölgede bir istikrar adası olma özelliği kazanmıştır.
Gerek kendi güvenliği ve ekonomik ve demokratik gelişimi açısından gerekse Batı’nın güvenliği açısından önemli bir partner olarak kabul edilen Türkiye, AK Parti iktidarının ilk yıllarında AB üyeliği yolunda da önemli ilerlemeler kaydetmiştir.
Bununla birlikte, Türkiye’nin Batı tarafından bakıldığında ortaya çıkan görüntüsü ve Batı tarafından algılanmasında uzun zamandır önemli bir farklılaşma ortaya çıkmıştır.
Artık, içeride demokratikleşme heyecanını kaybetmiş, tam tersine otoriterleşme eğilimi hızlanmış bir Türkiye görüntüsü egemendir.
Buna bir de Kürt sorununun çözümsüz kalması, Kıbrıs sorununda ve Doğu Akdeniz’deki doğal kaynaklarla ilgili konularda Türkiye’nin Batı ile karşıt cephelerde yer alması eklenmiştir.
Ama daha da önemlisi, Ortadoğu’da Türkiye ve ABD’nin geçmişte örtüşen yaklaşımlarının artık çatışan eğilimlere dönüşmüş olmasıdır.
En başta İsrail’in güvenliği, çeşitli ülkelere dağılmış Kürt toplumlarının bulundukları bölgelerdeki muhtemel yeni siyasal statüleri ve Rusya’nın bölgedeki hareketleri konusunda ABD ve çoğu durumda Batılı ülkeler büyük oranda Türkiye ile farklı cephelerde yer almaktadır.
Libya hükümetiyle vardığı mutabakat ve Libya’da askeri varlık bulundurması nedeniyle Türkiye sadece Yunanistan’la yeni bir zıtlaşma alanı yaratmakla kalmamış, ayni zamanda blok olarak AB’yi karşısına almıştır.
Askeri ve ekonomik anlamda hiçbir şekilde kendisiyle boy ölçüşemeyecek durumda olan Kıbrıslı Rumların yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’yle olan anlaşmazlığı ve Batı’nın buna verdiği tepki ise adeta Türkiye’nin siyasi yalnızlaşmasını tek başına özetler niteliktedir.
Tüm bu koşullar altında Batı’nın Türkiye ve Yunanistan arasında çıkması olası bir çatışmanın önlenmesi konusunda ne ölçüde diplomatik anlamda caydırıcı olabileceği artık yanıtı kolay bir soru olmaktan çıkmıştır.
İki devlet arasında askeri bir çatışma çıkma olasılığı düşük düzeyde görülse bile mevcut durumda gerek Türkiye – Libya mutabakatı gerekse Türkiye’nin Libya’daki iç çatışmalarda askeri varlığıyla rol alması ve buna yanıt olarak Yunanistan’ın Mısır’la yaptığı benzer bir anlaşma iki ülke arasındaki uçurumu derinleştirerek çatışma olasılığını artırmıştır.
Buna bir de Kıbrıs’ın etrafındaki doğal kaynaklarla ilgili anlaşmazlık eklenince durum daha da karmaşıklaşmakta ve çözüm dinamikleri zayıflamaktadır.
Türkiye’de Batı’ya daha yakın bir hükümetin göreve gelmesinin farklı yaklaşımlara yol açabileceği ve iki devler arasında diplomatik çözüm çabasına imkan tanıyacağı ileri sürülebilse bile, Batı’nın R.T. Erdoğan’ın kişiliğinde somutlaşan hakim parti döneminin bir seçim yoluyla değişmesi konusunda ne kadar ümitli olduğu müphemdir.
Her ne kadar da, gerek Yunanistan gerekse Türkiye hükümet yetkilileri, diplomatik çözümü önemli bir alternatif olarak telaffuz etmeye devam etseler de tarafların atmakta oldukları adımlar bir askeri çatışmayı daha olası hale getirmektedir.
Öteden beri Doğu Akdeniz’e ilgi duyan Fransa’nın bölgedeki askeri varlığını artırma kararı almış olması diplomatik çözüm yollarının artık oldukça daraldığının bir ilanı olarak değerlendirilmelidir.