Türk-Yunan Gerginliği ve Eski Bir “İç Mihrak”!

Niyazi Kızılyürek

Nitekim, Ege’deki uyuşmazlıklar Kıbrıs Sorunu yüzünden akut hale gelmiştir. Günümüzde yaşanan gerilimde de bölünmüş ada baş aktör olarak sahnede duruyor. Bu yüzden, Kıbrıs’ta kalıcı barış sağlanmadan, Türk-Yunan uyuşmazlığını çözmek çok zor, hatta imkansız olacaktır.


Son günlerde Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs üçgeninde yaşanan tehlikeli gerilim uluslararası siyaseti de meşgul etmeye başladı. Başta Avrupa Birliği olmak üzere, ABD ve NATO da tansiyonun düşürülmesi için çeşitli girişimlerde bulunuyorlar. Örneğin AB, Türkiye’ye yaptırım uygulamaktan söz ediyor. Almanya, bir yandan diplomatik girişimlere bir şans daha tanımak isterken, diğer yandan da AB üyesi olduğu için Yunanistan’ı savunmak durumunda kalıyor. Öte yandan Fransa Türkiye’ye karşı daha sert önlemlerin alınmasını savunuyor ve Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan ile askeri işbirliğini yoğunlaştırıyor.

Türkiye ile Yunanistan’ın Ege denizindeki anlaşmazlıkları yeni değil. 1973 yılının Kasım ayına kadar geri gider. İki ülke, 1976, 1987 ve 1996 yıllarında  her seferinde daha sert olmak üzere üç defa karşı karşıya geldi. 1999 yılında başlayan yumuşama döneminin ardından, 2016’dan beri yeniden tırmanışa geçen gerilim, içinden geçtiğimiz bu günlerde doruk noktasına ulaştı.

Şimdi maalesef sıcak çatışmanın bile mümkün olduğu bir kriz ortamı söz konusudur.

Ege denizinde temel anlaşmazlık konuları arasında Kara Suları, Kıta Sahanlığı, Milli Hava Sahası, Doğu Ege Adalarının Silahlandırılması gibi konular vardır.

Kıta Sahanlığı, iki ülkenin Ege denizindeki egemenlik haklarıyla ilgilidir. Yunanistan’ın yaklaşımına göre, kıta sahanlığı iki kıyı ülkesi arasında ortadan bölünür ve uluslararası deniz hukuku sözleşmesinde meskun adaların da kıta sahanlığı olduğu kabul edildiğine göre, Doğu Ege adalarının da kıta sahanlığı vardır. Bu durumda, iki taraf arasındaki orta çizgi, Doğu Ege adaları ve Türkiye ana karası arasında çizilmelidir.

Türkiye ise deniz hukukunda yer alan “özel durumlar” şıkkına gönderme yapıyor ve Doğu Ege adalarının Türkiye’ye çok yakın olması nedeniyle, kıta sahanlığı hakkına sahip olamayacaklarını ileri sürüyor. Meis/Kastellorizo adası etrafındaki gerginlik buradan kaynaklanıyor.

Ege’nin yarı kapalı deniz olduğuna vurgu yapan Türkiye, eskiden kıta sahanlığının iki ülke arasında görüşmeler yoluyla halledilmesini savunuyordu. Şimdilerde ise kuvvet politikası öne çıkmışa benziyor. Yunanistan, bu konuyu Ege’deki tek anlaşmazlık konusu sayıyor, hukuk yoluyla halledilmesini, yani Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesini benimsiyor.

Diğer bir görüş ayrılığı, Kara Suları ile ilgilidir. Yunanistan halihazırda Kara Sularını Ege denizinin % 34’düne tekabül eden 6 milli sınırlı tutuyor ama Deniz Hukuku Sözleşmesinin kendisine kara sularını 12 mile çıkarma hakkı tanıdığını söylüyor. Kara sularını 12 mile çıkardığı takdirde Ege denizinin % 64’ü Yunan kara suları olacak. Türkiye, böyle bir gelişmeyi casus belli (savaş nedeni) sayıyor ve bu konunun diyalogla çözülmesini savunuyor.

Milli Hava Sahası diğer bir anlaşmazlık konusudur. Yunanistan 6 millik kara sularına rağmen, 10 millik Milli Hava Sahası kullanmaktadır. Bu uygulama hem 1919 Paris Sözleşmesi hem de 1944 tarihli Şikago sözleşmesine aykırıdır. Gelgelelim, Yunanistan bu uygulamayı 1931 yılında başlattığında Türkiye hiçbir itirazda bulunmamıştı. Bu konuyu ilk defa 1975 yılında “sorun” haline getirdi.

Doğu Ege adalarının silahlandırılması meselesine gelince. Gerçekten de Lozan Antlaşmasında bu adaların silahlandırılması yasaklanmıştı. Fakat Yunanistan öz savunma doktrinini ileri sürerek adaları silahlandırdı. Bunu yaparken de, Türkiye’nin Kıbrıs’ın %37’sini işgal ettiğini, BM Şartını ihlal ederek casus belli ilan ettiğini ve saldırı amaçla Ege Ordusunu kurduğunu referans olarak gösteriyor.

Nereden bakılırsa bakılsın, Türk-Yunan uyuşmazlığı diyalog yoluyla çözülmesi gerekiyor. Burada kuvvet politikasıyla bir yere varılamaz. İyi niyetle müzakere etmekten başka çıkış yolu yoktur. Fakat iki ülkede de siyasetçiler milliyetçi söylemlerle kamuoylarını zehirledikleri için görüşme masasında esneklik göstermeyi zül sayıyorlar. Popülist elitlerin yarattığı tıkanmanın yanı sıra, son yıllarda “Mavi Vatan” doktrininin yüksek perdeden dillendirilmesi ve Türkiye’nin askeri araçlarla denizlerdeki nüfuzunu yaymaya yönelmesi, yaşanan gerilimleri çatışmaya dönüştürecek bir ortam yaratmıştır.

Kuşkusuz, bütün bunlara paralel olarak, Kıbrıs Sorunu yakın tarihte olduğu gibi bugün de Türk-Yunan uyuşmazlığını körüklemeye devam etmektedir. Hatta Türk-Yunan anlaşmazlığının temelinde Kıbrıs Sorununun olduğunu bile söyleyebiliriz. Nitekim, Ege’deki uyuşmazlıklar Kıbrıs Sorunu yüzünden akut hale gelmiştir. Günümüzde yaşanan gerilimde de bölünmüş ada baş aktör olarak sahnede duruyor. Bu yüzden, Kıbrıs’ta kalıcı barış sağlanmadan, Türk-Yunan uyuşmazlığını çözmek çok zor, hatta imkansız olacaktır.

Aslında, Bülent Ecevit’in yıllar önce yaptığı bazı uyarıları hatırlamanın tam da zamanıdır.

 

 

 

Ecevit, federal çözümden uzaklaşmanın ve çözümü sürüncemede bırakmanın zararlarını şöyle özetliyordu: “Kıbrıs’ta hareketsiz durmak, bir karar alma cesaretini göstermeksizin işi sürüncemede bırakmak marifet değildir, Türkiye’nin de Kıbrıs Türklerinin de yararına değildir. Neden değildir? Çünkü Kıbrıs’taki durumu katılaştırmanın ve çözümü sürüncemede bırakmanın sonucu Kıbrıs Türk Yönetimi’ni yıllarca dünyaya kapalı tutarak ekonomik durgunluğa, hatta Rum ekonomisinin baskısı altına girmeye mahkum etmektir ve Federasyondan Türk toplumu ve Türkiye için beklenen yararları engellemektir”.

Bülent Ecevit’in adayı temelli olarak bölüp ilhak etmek isteyenlere de bir çift sözü vardı: “Kıbrıs’ın taksimi demek, Yunanistan’ın güneyimize getirilmesi, Ege yetmezmiş gibi, Akdeniz’de de Türkiye’nin önüne bir duvar gibi yerleşmesi demektir.”

İşte, günümüzün fiili taksim koşullarında yaşanan tam da budur...