Geçtiğimiz günlerde Avrupa Parlamentosu’nun Genel Kurulunun açılışında bir konuşma yapan AB Yüksek Komiseri Josep Borrell Fontelles, Türk-AB ilişikilerinde yol ayırımına gelindiğini söyledi ve ekledi: “Bunadan sonra ilişikilerimizin nasıl seyir alacağı, önümüzdeki günlerde Türkiye’nin alacağı tavra bağlı olacaktır.”
Borrell, Türk-Yunan gerginliğine atıfla dile getirdiği bu görüşünü ifade ettikten sonra, “coğrafyayı değiştiremeyeyiz, Türkiye AB’nin önemli bir partneridir” deme gereğini hissetti ve sorunların diyalog yoluyla çözülmesi gerektiğini belirtti.
Borrell, Türk-Yunan ilişikilerinden söz ederken, lafı Kıbrıs Sorununa da getirdi ve BM Genel Sekreteri Antonio Gueterres ile görüştüğünü ve kendisinden Kıbrıs müzakerelerini başlatmasını istediğini açıkladı.
Belli ki Borrell, uyuyan Kıbrıs Sorununun söz konusu Türk-Yunan ve Türk-AB ilişikileri olunca uyukusundan uyanıp etrafa gerginlik saçan bir sorun olduğunu anlamış bulunuyor.
Borrell’den sonra söz alan siyasi grup başkanları da Türkiye’ye karşı kimi daha sert kimi daha yumuşak olmak üzere, çeşitli eleştirilerde bulundular. Hemen hemen bütün gruplar, gerilime son deyip diyalog yoluna işaret ettiler. Aralarında Türkiye’ye karşı yaptırım uygulamaya çok hevesli olanlar da vardı.
Bu arada, Türk dışişleri bakanı Çavuşoğlu’nun da bir hafta önce AP’nin dışilişikiler komitesinde yaptığı konuşmada Türk-Yunan gerginliğine değinirken Kıbrıs Sorununun çözüme kavuşturulmasının önemine değindiğini hatırlatalım.
Genel Kurulun ikinci gününde “Birliğin Durumu” (State of Union) konuşması yapan Komisyon başkanı Ursula von der Leyen, AB’nin Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile dayanışma içinde olduğunu belirttikten sonra, Borrell gibi o da Türkiye’nin AB’nin önemli bir komşusu olduğuna vurgu yaptı. Fakat ardından şunları ekledi: “Ancak bu, Türkiye’ye Yunanistan ve Kıbrıs’ı rahatsız etme hakkını vermez!”
Komisyon başkanı da diğerleri gibi, sorunların diyalog yoluyla çözülmesini önerdi.
Ursula von der Leyen, konuşmasında başka bir konuya da vurgu yaptı ki, bu açıkça Kıbrıs Cumhuriyeti gibi, yabancılara “altın pasaport” satan ülkeleri hedef alıyordu:
“Avrupa Birliği pasaportu satılık değildir!”
Son günlerde yaşanan diplomasi trafiği ve uluslararası aktörlerden gelen açıklamalar şunu göstermiştir ki, Türk-Yunan gerginliğinde kimse “Gunboat” diplomasisine, yani kuvvet politikasına prim vermek istemiyor. Ve şurası bir gerçektir ki, Türkiye son dönemlerde diplomasiden çok, askeri güç gösterisine önem vermiştir. Bu, sürdürülebilir bir yaklaşım değildir.
Öte yandan şu da bir gerçektir ki, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de kuvvet politikası uygulamaya iten, bölgedeki enerji işbirliklerinin dışında bırakılması, dışlanmış olmasıdır. Nikos Anastasiadis’in Türkiye’nin diplomatik yalnızlığı üzerine jeo-politik bir oyun kurduğu ve Kıbrıs Sorununun çözümünden uzaklaştığı bir vakıadır. Gelgelelim, Türkiye’nin bölgede yalnız kalmasının sorumlusu ne Anastasiadis’tir, ne de Yunanistan’dır. Arap Baharı ile birlikte kendini kaptırdığı büyük devlet hevesidir, imparatorluk hırsıdır, gerçekleşmesi imkansız hayallerin peşine düşmesidir. Nitekim Borrell konuşmasında “imparatorlukların geri dönüşü gibi yeni bir olguyla karşı karşıyayız” demişti ve Çin ve Rusya ile birlikte Türkiye’yi de bu kategoriye koymuştu. Buna “imapratorluk hevesi” demiş olsaydı daha isabetli olurdu. Çünkü Türkiye unileteral olarak kuvvet politikası uygulayabilecek kapasiteye sahip değildir. Gelgelelim, Türkiye’nin yarattığı imaj, bıraktığı izlenim budur!
İçeride hukuk devleti olmaktan uzaklaşan, dışarıda “gönüllerdeki haritalardan” (Kızıl Elma) söz eden, Lozan Anlaşmasını tartışmaya açan ve zaman zaman saldırgan söylemler dile getiren Türkiye, sonunda hem Batı’da hem de Doğu’da şüpheyle karşılanan bir ülke olmuştur.
İçeride Türk-İslam-Sentezine dayalı milli kimlik inşası dış politikaya da yansıtılmış, büyük devlet edasıyla güç gösterisine yönelmiştir. Oysa adını kuvvet politikasıyla özdeşleştiren Otto von Bismarck bile Avusturya’yı “Yıldırım Savaşıyla” (Blitzkrieg) dize getirdikten sonra (1866) karısına yazdığı bir mektupta, “eğer taleplerimizde abartılı olmazsak, zahmetlerimize değen bir barış anlaşması yapabiliriz” diyordu.
Burada kilit sözcük, “taleplerimizde abartılı olmamaktır...”
Her şey şunu göstermektedir ki, gelinen aşamada abartıya yer yoktur. Ne Türkiye kuvvet politikasına devam edebilir, ne de Nikos Anastasiadis jeo-politik bir manevrayla doğal gaz politikasını Türkiye’yi ve Kıbrıslı Türkleri dışlayarak ileri götürebilir.
Evet, önümüzdeki haftalarda Kıbrıs Sorununun çözümü için müzakere masası yeniden kurulacak.
Ve taraflar taleplerinde abartılı olmazlarsa iyi şeylerin olması için yeni bir fırsat penceresi açılacak.
Ve bu sefer bütün dünyanın gözü Kıbrıs müzakere masasında olacak...