Umut Koldaş
ukoldas@yahoo.com
Türkiye İsrail İlişkileri, Mavi Marmara olayı sonrasında iki ülke arasında başlayan “kontrollü soğuma” sürecinde yüzeye yansıyan en büyük problem olan tazminat meselesinde çözüme yaklaşılmasıyla birlikte yeni bir evreye girdi. Bu dönüşüm ilişkilerin kendi doğasındaki tarihsel, stratejik ve sosyo-ekonomik dinamiklerle birlikte Arap Baharı sonrasında Ortadoğu bölgesinde yeniden yapılanma sürecinin gereklilikleri ve meydan okuyuşlarının baskısından da kaynaklandı.
Mavi Marmara olayı birçok akademisyen ve araştırmacı tarafından İsrail Türkiye ilişkilerinde bir kırılma noktası olarak görüldü ve kamuoyuna böyle yansıtıldı. Aslında bu olay ilişkilerin doğasını belirleyen temel pragmatik ilkelerde yapısal bir değişikliğe yol açmamakla birlikte, Türkiye’deki iktidarın politik/ideolojik duruşu nedeniyle söylemler düzeyinde bir dönüşüme işaret etti. Bu anlamda Mavi Marmara olayı ve sonrasında Türkiye hükümetinin yürüttüğü İsrail’e yönelik politikalar, 1990’larda iki ülke ilişkilerinde “yeni bir dönemi” tanımlamak için sıkça kullanılan ve özellikle Ortadoğu’daki Müslüman ve Arap toplumları rahatsız eden “stratejik ortaklık” söyleminin üstünün örtülmesine olanak sağladı. Nitekim, Ortadoğu’da bir ‘bölge gücü’ olma amacıyla yeni bir dış politika yürütülmesi gerektiğini vurgulayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin Arap sokağı ve madunları üzerinde etkili olma kaygısı ve İsrail’le stratejik ortak görüntüsü biribiriyle çelişen noktalardı.
Bu anlamda Haziran 2010’daki Mavi Marmara krizine gelinceye değin İsrail’in 2008’de Gazze’ye gerçekleştirdiği askeri operasyonun ve operasyonu takip eden ablukanın, 2009’da Davos’ta Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında yaşanan “One minute” gerginliğinin, Ocak 2010’da İsrail Dışişleri Bakan yardımcısı Danny Ayalon ve Türkiye’nin Tel Aviv büyükelçisi Oğuz Çelikkol arasında yaşanan “alçak koltuk” krizinin Türkiye dış politika karar alıcıları tarafından ele alınışı aslında bu çelişkiyi en azından görüntüsel ve söylemsel olarak aşmanın arayışlarını ifade etmekteydi.
İsrail dış politika yapma sürecinin en önemli bileşenlerinden biri içinde bulunduğu ortamın şartlarını sonuna dek zorlayarak amaç odaklı işbirliklerini kendi hedefleri doğrultusunda kullanmaya çalışmaktır. İsrail ilişkiler ağını kurgular ve bu ilişkileri amaçları doğrultusunda işlevselleştirmeye ya da araçsallaştırmaya çalışırken yüzeysel çatışmaların yapısal işbirliklerini ortadan kaldırmasına izin vermemeye çalışmaktadır.
Bu noktada, Türkiye’nin bölgeye yönelik dış politika üretme ve uygulama sürecini en çok zorlayan ana konu ise Ortadoğu’da Arap toplumlarının ve Müslüman halkların sempatisini kazanmayı hedefleyen bir “bölge gücü” ve model ülke olmaya çalışırken ABD ve İsrail ile 1990’lardan itibaren geliştirilen stratejik ortaklık görüntüsünü nasıl dengeleyebileceği idi. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika karar alıcıları, başat bir aktör olarak liderlik etmeyi amaçladıkları Ortadoğu’nun Arap ve Müslüman toplumları gözünde bölgede ABD ve İsrail’in güvenilir bir müttefiği olmanın olumlu bir izlenim bırakmayacağını değerlendirmekteydiler.
Bu anlamda Davos’taki “One minute” çıkışının sonrasında Türkiye-İsrail arasındaki görüntüsel/söylemsel gerilimin Türkiye-İsrail ilişkilerini bütünsel bir yapıbozumuna uğratmaktan ziyade Türkiye’nin İsrail’in startejik ortağı olma görüntüselliğine son verdiğini ifade etmek mümkündür. Aslında değişim, ilişkilerin yapısında değil ilişki kurgusunun imajında gerçekleşmiştir. Bu anlamda Türkiye, İsrail’in “stratejik ortağı” olma imajından “kurtulmuş” ve Ortadoğu’da İsrail’e kafa tutabilecek liderliğe sahip bir Müslüman ülke imajını besleyen dış politika manevralarında bulunmuştur. Bu manevraları Türkiye’deki iktidar partisinin ideolojik samimiyetinin dış politikadaki bir dışavurumu olarak algılamak da Türkiye’nin Ortadoğu’nun Arap ve Müslüman halkalarının gözündeki konumlanışsal avantajını arttırmaya yönelik pragmatik çıkışlar olarak değerlendirmek de mümkündür. Gerçekte bu iki nokta birbiriyle örtüştüğü ölçüde dış politikadaki tutarlılık da sürdürülebilir bir hal almıştır.
Bu imaj değişimi yaşanırken Türkiye ve İsrail arasındaki ekonomik ilişkilerdeki ticaret hacminde önemli bir değişiklik olmamış 2008 sonundan 2011 yılına kadarki dönemde Türkiye’yi ziyaret eden İsrailli turist sayısındaki önemli düşüşe rağmen (514 bin’den 81 bin seviyesine) 2008 yılında 3.4 milyar dolar olan ticaret hacmi 2011 yılında 4.4, 2012 yılında ise 4 milyar dolar üstünde gerçekleşmiştir
Bununla birlikte Türkiye’nin yüksek düzey politika yapıcı ve uygulayıcıları tarafından Mavi Marmara krizi sonrasında askıya alındığı belirtilen askeri işbirliklerinin 1996-2007 dönemindeki yoğunluğunda olmadığı bir vakıadır. Ancak bunda Türkiye-İsrail arasındaki siyasi gerginliğin ve söylemsel duruş değişiminin olduğu kadar Türkiye’nin askeri mühimmat ve teknoloji alımında kaynak çeşitlendirme stratejisinin de rolü vardır. Nitekim, bu dönemde Türkiye’nin askeri ticaret ortak yelpazesi önemli ölçüde genişlemiş ve çeşitlenmiştir.
2013 yılının Temmuz ayında İsrail’de yayınlanan Haaretz gazetesinin İsrail Savunma Bakanlığı Yabancı Savunma Yardım ve İhracat Dairesi başkanı Shmaya Aiveli ‘nin açıklamalarını kaynak göstererek verdiği habere göre İsrail’in Türkiye’ye yapılan silah ihracatının sınırlı da olsa devam ettiği bildirilmekteydi . Bu açıklamalar Şubat 2013’te İsrail Havacılık ve Uzay Endüstrileri’nin alt kuruluşu olan ELTA şirketinin İsrail Savunma Bakanlığı’nın izniyle Mavi Marmara krizi nedeniyle dondurulmuş olan 100 milyon dolarlık “ Boeing 737-700 AWACS hava erken uyarı ve kontrol sistemleri” ihracını gerçekleştirdiği yönündeki haberlerle de örtüşmektedir .
Askeri alanda Mavi Marmara krizine rağmen yürütülen bu sınırlı işbirlikleri İsrail ile Türkiye arasındaki savunma ilişkilerinin krizin hemen sonrası öngörülen “dondurulmuş ortaklık”tan “kontrollü soğukluğa” geçişin ilk işaretleri olarak değerlendirilebilir. Özür ve tazminatla ilgili son gelişmeler sonrasında (ABD’nin de bölge dengeleri konusundaki girişimleri ile) iki ülkenin askeri savunma yapılanmaları arasında “kontrollü soğukluktan” “çıkar odaklı işbirliğine” geçiş/dönüş noktasında bazı güven artırıcı adımları atmak mümkün olabilir.
Mavi Marmara olayı aslında Türkiye’nin Arap ve Müslüman sokağının gözündeki yerinin sağlamlaşması açısından önemli bir atıf noktası olmuştur. Ancak Arap Baharı sonrası ortaya çıkan durum Türkiye’yi bir yandan İsrail’in ve ABD’nin “stratejik ortağı olmama” imajını sürdürürken diğer yandan Ortadoğu’nun dönüşümünde ABD ve İsrail’le pragmatik bir işbirliğine gitme gereklilikleriyle başbaşa bırakmıştır. Bu anlamda aslında bazı yorumcular tarafından Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir dönem olarak değerlendirilen bu süreç, Mavi Marmara olayı da dahil olmak üzere birçok kriz ya da suni kriz dönemlerinde yapıbozumuna uğramamış ikili ilişkiler ağının Türkiye’nin Ortadoğu halkları nezdindeki imajına ve Türkiye’deki iktidar partisinin ideolojik konumlanışsal tutarlılığına zarar vermeden bölgesel işbirliği boyutuna taşınmaya çalışıldığı bir süreçtir.
Nitekim her ne kadar duygusal bir duruşla farklı çıkarsamalarda bulunulduğunda Türkiye kamuoyunun İsrail’le işbirliğine tepki göstereceğini öngörmek mümkün olmakla birlikte Arap Baharı ve sonrası süreçte yeniden yapılanmakta (ya da mevcut yapısını başka bir görüntüyle yeniden üretmekte) olan Ortadoğu’da Türkiye’nin İsrail’i karşısına alması kendisi açısından pek akil görünmemektedir. Bu anlamda Türkiye’nin belli bir dönem yürüttüğü ifade edilen onurlu yalnızlık politikasının sürdürülebilirliği ve Türkiye’nin bölgedeki dış politika önceliklerine hizmet edebilme yetkinliği de ciddi bir eleştiri konusudur.
Bu bağlamda, son dönemde iki ülke arasındaki sorunları gidermeye yönelik atılmakta olan adımlar, Türkiye dış politika karar alıcılarının Ortadoğu ve Akdeniz’in yeniden yapılanması sürecinde kısa süren “onurlu bir yalnızlıktan” “faydacı ve taktiksel” işbirliklerine geçişinin ilk işaretleri olarak da yorumlanabilir. Bu süreç aslında Türkiye–İsrail ilişkilerinde yapısal bir dönüşümü değil yapı-içi bir düzenlemeyi ifade etmektedir. Bu bağlamda bölgenin hassas dengelerini göz önünde bulundurulduğunda İki ülke de ideolojik duruşlarını, değerler sistemlerini ve kamuoylarının hassasiyetlerini dengeleyerek dış politika önceliklerini belirlemek ve bu öncelikler doğrultusunda belli alanlarda işbirliğine gitmek durumundadırlar.
Dolayısıyla, böylesi bir konu/sorun /öncelik odaklı sınırlı işbirliklerinin yakın dönemde yeni bir stratejik ortaklığa dönüşmesi mevcut dengeler ve iki ülkenin öncelik konumlanışları bakımından çok olası görünmemektedir. Bu tür işbirliklerinin ABD-İsrail örneğindeki gibi bir stratejik ortaklığa dönüşmesi için işbirliği alanlarının artması ve çıkar ilişkilerinin konu bazlı örtüşmesi yeterli değildir. Stratejik ortaklık, çıkar birlikteliğinin sistemsel bir nitelik kazanmasını ve belli bir ortaklık kültürünün yalnızca çıkarlar alanında değil aynı zamanda siyasi kültür ve toplumlararası değerler paydaşlığı noktasında geliştirilmesini gerektirir.
Buradan hareketle Türkiye ve İsrail için Ortadoğu ve Akdeniz’de yakın tarihteki “stratejik ortaklığın” “yeniden” kurulması uzak bir olasılıktır. Gerçekte, Türkiye ve İsrail 1990’lı yıllardaki ilişki yoğunluğunun artışına ve tüm yakınlaşmalarına rağmen o dönemde de stratejik ortak olmamışlardır. 1990’lı yıllarda Ortadoğu’nun yeniden yapılanma sürecinde etkin bir rol oynamak isteyen Türkiye o dönemde ABD ile ilişkilerinde oluşturmaya çalıştığı stratejik işbirliği anlayışını pekiştirme bağlamında İsrail ile ilişkilerini farklı bir boyuta taşımıştır. Bu süreçte Türkiye giderek Arap ve Müslüman toplumlar tarafından bölgedeki İsrail-ABD stratejik ortaklığının bir paydaşı olarak algılanmaya başlanmıştır. Ancak bu algı Mavi Marmara kriziyle birlikte yerini İsrail mağduru mağrur bir Müslüman ülke algısına bırakmaya başlamıştır. İkinci algının nasıl yönetileceği ve İsrail ile olan ilişkilerin bu algı yönetimi içinde nasıl dengeleneceği Türk dış politikasının yeni ikiciliklerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu anlamda yakın dönemde Türkiye bir yandan İsrail ile Suriye’deki kimyasal silahların kontrolü ve yanlış ellere geçmemesi konusunda askeri, siyasi, istihbari işbirliğini sürdürken bir yandan Gazze’de Filistinllilere destek verip uluslararası arenada İsrail yerleşim politikalarını kınayabilir. İsrail ise bir yandan Türkiye ile Suriye konusunda işbirliğine giderken ve Türkiye ile sınırlı da olsa askeri anlaşmalara imza atarken diğer yandan Güney Kıbrıs yönetimiyle ortak askeri tatbikat gerçekleştirebilir. Bu tarz çelişkili gibi görünen dış politika uygulamaları aslında kendi içinde tutarlı ve öncelik odaklı faydacı bir dış politika ilişkisini işaret etmektedir. Yakın vadede Türkiye İsrail ilişkilerinin yörüngesinin bu şekilde çizilebileceği ve dış politika pratiklerinin böyle bir konumlanışsal çizgide hayata geçirileceği öngörülebilir.
----------------------------
T.C. Dışişleri Bakanlığı verileri Bkz. http://www.mfa.gov.tr/turkiye-israil-siyasi-iliskileri.tr.mfa
İlgili haberler için Bkz. Haaretz, http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.537501
İlgi haberler için Bkz. Haaretz, http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/israel-supplies-turkey-with-military-equipment-for-first-time-since-gaza-flotilla-1.504299