Türkiye-KKTC ilişkilerinde yeni bir dönem mi başlıyor yoksa ‘AKP öncesi eski’ye dönüş mü yapıldı?
SIM TV’de bu hafta, Dr. Okan Dağlı ile birlikte yaptığımız programın ana konusu buydu.
AKP’nin 2010’lu yılların ilk yarısına ulaşan ilk dönem uygulamaları bir ölçüde geçmişe ait bir dizi politikayı değiştirmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni Kıbrıs’ta ortak federal bir devletin kuruluşunu destekleme noktasına taşımıştı.
Aslında AKP’nin ilk döneminde atılan adımlar, sadece ülke içinde değil, dışarıda da, AB üyeliği dahil, demokratik değerlerle buluşmayı hedefliyordu.
Kürt sorununa ilişkin demokratik yaklaşımlar ve tüm demokratik açılımlar ve Kıbrıs’ta federal çözümün desteklenmesini öngören tutumlar, Türkiye’nin demokrasiye yönelişini hızlandırmış, ülkeye büyük bir prestij kazandırmıştı.
Şimdi, geride ne demokratik açılımlar ne de bu prestijden eser yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti, bir yanda Batı’dan kopuşu öngören bir güvenlik ve dış politika çevresinin, öte yandan da muhalefeti olmayan bir tek parti yönetimi oluşturmayı salık veren milliyetçi bir çevrenin etkisi altında hareket ediyor görüntüsü vermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin, Kıbrıs’ın kuzeyinde yapılan son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde takındığı tutum, siyasal partilerin iç-işleyişlerinde elde etmeye çalıştığı konum ya da yönetim süreçlerine yaptığı müdahaleler bu yeni dönemin ipuçlarını vermektedir.
Sadece seçimlere, liderlere ve süreçlere müdahale edilmiyor….
Kapalı Maraş’la ilgili atılmaya çalışılan ve uluslararası hukukla çelişen, uluslararası toplumla çatışmaya davetiye çıkaran yaklaşımlar…..
Bir hastahanenin açılış törenine ilgili meslek örgütlerinin katılımının engellenmesi……
Belediye fonksiyonlarını devretme çabaları….
Ve diğerleri, Kıbrıs Türk siyasetinin varlığına gösterilen tahammülsüzlüğün farklı şekillerde tezahür eden halidir.
AKP’nin ilk dönemi ve bazı diğer istisnalar hariç, Türkiye’yi yönetenler ve hatta yönetmeye aday olanların büyük bir çoğunluğu, Kıbrıs’ı kendine has bir kimliği olmayan, Türkiye açısından büyük stratejik önem taşıyan ve hatta Türkiyenin parçası olan bir coğrafi alan olarak görme eğiliminde olmuşlardır.
Bu duruş, haliyle, çoğu zaman masaya Türkiye’nin resmi tezi olarak sunulan Federasyon hedefiyle de kavgaya tutuşmuştur.
İşte bu nedenle müdahale mantığının bugünlerde ortaya çıktığı söylenemez.
Türkiye siyasal eliti bu tutumunu değiştirmedikçe, Türkiye’nin barış sürecine katkı koyması pek mümkün olmayacaktır.
O zaman, Türkiye Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan’ın Kapalı Maraş’ta mülkü olan kişileri Taşınmaz Mal Komisyonu’na başvurmaya çağırması ne anlama gelmektedir?
‘Egemen eşitlik’ ya da ‘iki devletli çözüm’ diyerek, aslında, BM parametreleriyle şekillendirilmiş müzakere masasını terketmeyi öngören bir yaklaşımın, ‘TMK’ya başvurun’ çağrısı büyük çelişkiler içermektedir.
Öyle anlaşılıyor ki Türkiye’nin Kapalı Maraş açılımı ile elde etmeye çalıştığı hedef, bu alanın Ara Bölge’ye katılarak BM’ye devredilmesini öngören Güvenlik Konseyi kararlarından kurtulmaktır.
TMK’ya başvurun çağrısının uluslararası toplum tarafından bir iyi niyet göstergesi olarak algılanabileceği düşünülmektedir.
Böylece, atılmaya çalışılan adıma karşı, AB dahil, uluslararası çevrelerin gösterdiği tepkinin yumuşayacağı umulmaktadır.
Yani, esas amacın gizlenmeye çalışıldığı, pek de ustaca yapıldığı söylenemeyecek olan bir oldu-bitti girişimi…..
Elbette, Okan Dağlı’nın programda vurguladığı gibi, Kapalı Maraş’ta mülk sahibi olan kişilerin mülklerine erişimlerinin sağlanması olumlu bir tutum olacaktır.
Ama, bu bölgenin askeri bölge statüsünün sonlandırılması sonrasında, ihtiyaç duyulacak belediye hizmetlerinin, kent planlaması ve güvenlik gibi konuların Kıbrıs Türk tarafı veya Türkiye için yeni ve çok ciddi bir sorun oluşturacağı şimdiden bellidir.
Daha 1979 yılında Denktaş-Kprianu anlaşmasıyla Kapalı Maraş’ın BM yönetimine devredilmesi kabul edilmişti.
Bu uzlaşı, daha sonra BM Güvenlik Konseyi kararıyla sabitlenmiştir.
Böylece Kıbrıs Rum tarafı da bu bölgeyi yönetme talebini, Kıbrıs sorununa çözüm bulunana kadar geri çekmişti.
Kıbrıs Türk tarafı, kapalı Maraş konusunda, ‘ahde vefa’ ilkesi çerçevesinde ve BM Güvenlik Konseyi kararlarının öngördüğü şekilde hareket ederse, bazı haklı beklentilerinin karşılanması da mümkün olabilir.
Aksi bir tutumun, uluslararası toplum tarafından hazmedilmeyeceği, şimdiye kadar gösterilen tepkilerden anlaşılmış olması gerekmez miydi?