Çiftçioğlu: “Kıbrıs’ta iki toplumlu bir kayıp yakını mücadelesi var. Özellikle iki tarafın kayıp yakınlarının bir arada olmasına çok önem veriliyor oradaki çalışmalarda. Türkiye’de ise, bu iki taraflılık durumu söz konusu değil. Çatışmanın bir tarafı devleti temsil ederken, öteki tarafı bir etnik azınlığı temsil ediyor. Çatışmadan mağdur olan tarafları Türkiye’de bir araya getirmek bu çoğunluk ve azınlık durumu yüzünden mümkün olmuyor…”
Tuğçe Özbiçer
Zorla kaybedilme denince ilk Cumartesi Anneleri akla gelse de, Kıbrıs’ta da kayıplarını arayan aileler de var. Hakikat Adalet ve Hafıza Merkezi, İnsan Hakları Derneği ve Friedrich Ebert Stiftung İstanbul Ofisi tarafından çatışma sürecinde zorla kaybedilmelere dair Kıbrıs’a bir çalışma ziyareti gerçekleştirildi.
Ardından “Bölünmüş bir Ada ve Kayıplar|Çalışma Ziyareti: Kıbrıs, Lefkoşa” adlı bir video ve gezi yazısı yayınlandı.
2017’de Özgür Sevgi Göral’ın Hakikat Adalet ve Hafıza Çalışmaları Derneği ile hazırladığı “Hakikat İçin Umut Var Mı?” kitabında incelenen ülkelerden biri olan Kıbrıs’ta, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum toplumları arasında başlayan çatışmalar 1960’lara dayanıyor. Bu süreçte iki taraftan da birçok insan zorla kaybediliyor.
Hakikat Adalet ve Hafıza Merkezi’nden Kerem Çiftçioğlu, zorla kaybedilmelere dair çalışmaları, Kıbrıslıtürk ve Kıbrısılırum kayıp ailelerinin nasıl örgütlendiğini, kayıplara Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl yaklaştığını bianet’e anlattı.
“Ailelerin ortak beklentisi hakikati bilmek”
Çiftçioğlu, kayıp ailelerinin ortak beklentilerinden ilkinin “hakikati bilmek” olduğunu belirtiyor. Kronolojik şekilde anlatmanın zor olduğu bu sürece dair şunları söylüyor: “Birçok kayıp yakınından önce ‘Onun bedeninin nerede olduğunu bileyim’ cümlesini duyuyoruz. Onu, ‘Peki başına ne geldi?’, ‘Sorumlularıyla ilgili şimdi ne olacak?’ soruları takip ediyor.”
Kıbrıs’ta zorla kaybedilenlerin bedenlerini bulmaya yönelik çalışmaların büyük kısmı Birleşmiş Milletler tarafından kurulan Kayıp Şahıslar Komitesi (KŞK) himayesinde gerçekleştiriliyor. Komitenin işleyişini ve bu konudaki eleştirileri ise, Çiftçioğlu şöyle aktarıyor:
“Bedenler, gömü yerleri bu profesyonel ekip tarafından bulunuyor ama olayın nasıl gerçekleştiğine dair ailelerde doğan merak yanıtsız bırakılıyor. Çalışmalar teknik düzeyde tutuluyor. ‘Nasıl oldu? Kim tarafından yapıldı? Failler kim?’ gibi sorular, peşinde bir failleri cezalandırma sorumluluğunu ve bunun nasıl yapılacağı sorularını getireceği için, sessizlik tercih ediliyor.”
"Bunu gizli tutma gibi bir motivasyonları var"
Çiftçioğlu, yalnızca kaybedilen insanların bedenlerini bulmaya odaklı çalışan KŞK’nin motivasyonunu ise şu sözlerle anlatıyor: “Hesap verilebilirlik, bu kuruluşun misyonunun bir parçası değil. Hatta tam tersi, bunu önemli ölçüde gizli tutmak gibi bir motivasyonu var. İki taraftan devletlerin de bu kazı çalışmalarına destek vermesinin temel koşulu, muhtemelen, kendi sorumluluklarıyla ilgili bir tartışmanın olmasını istememeleri.”
"İki taraf birbirinin kayıplarından habersiz"
“Peki adadaki hükümetlerin kaybedilmelere yaklaşımları nasıl?” soruma ise şu cevabı alıyorum: “Rum tarafında zorla kaybedilmeler devlet tarafından kabul ediliyor. Fakat devlet tarafından geliştirilen söylem, bunu yalnızca Rum halkının yaşadığı yönünde. Türkler’den de insanların kaybedildiği gerçeği Rumları şaşırtıyor çünkü bu devletin resmi söylemine ters düşüyor. Türk tarafında da Rumların kaybedildiği bilinmiyor. Ayrıca kaybedilen insanlar için uzun yıllar ‘şehit’ ifadesi kullanılıyor.”
Aileleri bir araya getiren örgüt: Together We Can (Birlikte Başarabiliriz)
Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum kayıp ailelerinin, birbirinden haberdar olmaları 2003’te ara bölgeden geçişlerin başlamasıyla gerçekleşiyor. Çiftçioğlu, ailelerin örgütlenme sürecini şöyle anlatıyor:
“Together We Can (Birlikte Başarabiliriz) çatısı altında 2005’ten sonra, iki taraftan kayıp ailelerinin örgütlendiğini görüyoruz. Gazeteci Sevgül Uludağ’ın buradaki payı büyük. Örneğin, güneyde bir konuşma yapacakken, yanına mutlaka kuzeyden bir kayıp yakınını alıyor. Onun gazetesinde sürekli bu konuyu gündeme getirmesi ve okurlarına gömü yerlerine dair bilgi paylaşımı yapma çağrısında bulunması çok önemli. En başta birkaç kişiyken, Uludağ’ın çabasıyla iki taraftan kayıp yakınları bir araya gelerek, hareketi güçlendiriyor.”
Çiftçioğlu, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs’taki kaybedilmelerle ilgili ‘KŞK’nin yaptıklarının sessiz bir destekçisi olarak konuya dahil olduğunu’ vurguluyor ve ekliyor: “Geçtiğimiz 10 yılda, askeri alanlarda kazıların yapılmasında daha işbirlikçi bir tutum geliştirilmiş. Ama sorumluluk konusunda onlar da sessizler.”
Türkiye’deki kaybedilmelerin iki tarafı: Devlet ve etnik azınlık
Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın yıllardır verdiği mücadeleyle, Kıbrıs’taki mücadele farklılık gösteriyor. Bunu da şöyle açıklıyor Çiftçioğlu: “Kıbrıs’ta iki toplumlu bir kayıp yakını mücadelesi var. Özellikle iki tarafın kayıp yakınlarının bir arada olmasına çok önem veriliyor oradaki çalışmalarda. Türkiye’de ise, bu iki taraflılık durumu söz konusu değil. Çatışmanın bir tarafı devleti temsil ederken, öteki tarafı bir etnik azınlığı temsil ediyor. Çatışmadan mağdur olan tarafları Türkiye’de bir araya getirmek bu çoğunluk ve azınlık durumu yüzünden mümkün olmuyor.”
Bu farklılıklar paralel bir şekilde sonuç almaya da yansıyor. Kıbrıs’ın küçük bir yer olmasının yarattığı olumlu etkiyi, “Sorunun inkâr edilebilirliği daha zorlaşıyor. Türkiye’de ise bunun görmezden gelinmesi çok daha kolay gerçekleşiyor. Bu sebeplerle, toplum düzeyinde bu meselenin meşruiyetinin, bilinirliğinin ve kabul edilebilirliğinin Kıbrıs’ta daha fazla olduğu bir durumla karşılaşıyoruz” sözleriyle anlatıyor Çiftçioğlu.
Kıbrıs’ta her ne kadar kayıpların bulunması için yapılan çalışmalar daha fazla ve uluslararası boyutta kurumsallaşmış olsa da, faillerin kim olduğu meselesine gelindiğinde kayıp yakınları aynı buradaki gibi bir sessizlikle karşılaşıyor.
(BİANET.ORG – Tuğçe ÖZBİÇER – 26.2.2020)
BASINDAN GÜNCEL…
Herkül Millas: “Milliyetçilik, çok sinsi bir iç dünyadır…”
Figen ALGÜL
*** Şöyle başlayalım. “Türk-Yunan Toplumları Arasındaki Kültürlerarası İletişimde Türk Televizyon Dizilerinin Etkisi” nedir?
Son on yıllarda Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan en büyük olaylardan bir tanesi televizyon. Televizyonda Yunanlıların izlediği gördüğü Türkler. 1999’a kadar Türk deyince Yunanistan’da yalnız iki devlet arasındaki ilişkiler gündeme geliyordu. Bu devletlerin yaptığı kötü davranışlar hatalar gündeme geliyordu. Ve Türk deyince haberin arka planında Türk uçakları, Türk savaş gemileri, ne bileyim siyasilerin portreleri filan çıkıyordu. Yani Türk deyince akla ilk gelen şey bu yayınların sonucunda, asker, siyasetçi vs. oluyordu. Bu depremler olunca orada çok büyük bir olay oldu o depremler. Depremlerde ilk defa Yunanlılar bir annenin çocuğu için ağlamasını gördü. Bir erkeğin çok kötü hissettiğini gördü. Ve bir de Türklerin gelip burada yardım kurtarma faaliyetlerine katılmalarını gördü. Ne gördü? İlk defa resmi sıfat taşımayan insanlar gördü. İlk defa sıradan insanları, sıradan Türkleri gördü. Bu aslında şok etkisi yaptı. Çünkü onların kafasında Türk deyince siyasiler askerler filan varken birden kadınlar çocuklar ve sıradan erkekler gördüler. Bu konu önemli çünkü romanlarda da mesela Türk romanlarında ve Yunan romanlarında benim gördüğüm yaşadığım tipler 1980’lere kadar hemen hemen her zaman resmi insanlar yani sadrazam, asker, subaşı, yeniçeri filan vardı. Mesela bir ailenin içi yoktu. Aynı şey Türk romanlarında da var. Ahmet Mithat dışında 1980’lere kadar Türk romanlarında bir Rum’un ailesini görmedik. Rumlarla Türklerin karşılaştıkları yer resmi alan, kamu alanı, evin içi yok, kişisel arkadaşlık yok, anne yok, çocuk yok.
*** Komşuluk ilişkisi de mi yok?
Yok. Osmanlı romanlarını ayrı tutuyorum. Osmanlı romanlarında var, çok var. 1912’den sonra yok. Ondan önce var. Evin içinde hizmetkarlar var, hizmetçiler var vs. çok doğal bir şey.
*** Resmi ideolojide yok yani?
1912 gelince o tür romanlar artık yazılmıyor. Orada artık Rumlar yok, komşu da yok, kadın da yok, çocuk da yok. Kadın varsa mutlaka fahişedir. Mutlaka öyledir. Rumlar ve Yunanlılar hasım, düşman ve problem olarak var.
*** Evet, sinemada da öyle…
Anne yok mesela hiç anne diye bir şey yok. Bu 1980’lere kadar böyle devam ediyor. Bu depremlerdeki haber, arkadan da Yunanistan’da şok etkisi yapan şey, “Yabancı Damat”tı. Yabancı Damat bir milattır. Neden milattır? Çünkü ilk defa bir ailenin içine giriliyor bir evin içine giriliyor ve o ailenin yaşam biçimi şok etkisi yapıyor. Çünkü artık orada asker yok, subay yok, savaş yok, ne var? Anne var, baba var, teyze var, büyükbaba var vs. Yunanlılar ilk defa bu ailenin kendi ailelerine ne kadar benzediğini görüyorlar. Biraz da muhafazakâr bir çevre olduğu için o Türk ailesi Anadolulu olduğu için biraz da geçmişi hatırlatıyor. Büyükannelerini filan hatırlatıyor. O büyük etki. Yani o beğeniliyor ve sanıyorum bir de şok etkisi yapıyor. Bu bakımdan ondan sonra diziler geliyor.
*** Peki, Yunan izleyiciler Türk televizyon dizilerini neden izliyor?
Bir kere ben neden izliyorum, daha çok eşim neden izliyor onu söyleyeyim. Çok izliyor, şu anda da dizi izliyor. Onun için yanımızda değil. Bu diziler bir kere çok kaliteli genel olarak. Özellikle Yunan dizilerine kıyasla kaliteli. Kalite önemli. Senaryo belki iyi değil. Senaryolar biraz soap opera. Ama aktörler çok iyi aktör. Rejisör çok iyi, görüntü çok iyi, seslendirme çok iyi bu birincisi. Zengin. Belli ki 10 saniyelik bir sahneyi çekmek için iki gün çalışmışlar bu bir. İkincisi bu diziler Ortadoğu ve Balkanlar için anlaşılır diziler. Mesela bu diziler duyduğuma göre Anglosakson ortamında alıcı bulamıyor. Güney Amerika’da buluyor, Ortadoğu’da buluyor. Çünkü bu ortamların dünyasını yansıtıyor. Yani ortak coğrafya olduğu için problemleri anlıyoruz. Kıskançlığı anlıyoruz, babanın hassasiyetini anlıyoruz, anne baba ilişkisini anlıyoruz. Yani bize yabancı gelmiyor, bunlar bildiğimiz şeyler. Kadının dayak yemesini de anlıyoruz. Bütün bunlar bize yabancı gelmiyor bu iki. Sanıyorum başka nedene ihtiyaç var mı bilmiyorum. Yakın geliyor. Bunlar bir Türk olarak görülmüyor, bir hayat hikayesi, bir ailenin hikayesi olarak görülüyor ve farkında olmadan Türkiye konusundaki imajı da değişiyor. O kesin, yani farkında değil belki ama değişiyor.
Dediğim gibi dizilerle de o değişen imaj somut Türkle ilgili değişen imajdır. Nasıl ki sizi tanıdıklarında “Türklerin hepsi saldırgan değil” diye düşünüyorlar… Ama öteki soyut imaj değişmiyor. Öteki soyut Türk’ün tarihsel işlevi ve konumu değişmiyor. Yani Türk, tırnak içinde “soyut Türk” değişmiyor. Bunun güzel bir örneği Venezis’te var. “Ayvalık Ve Venezis” diye bir kitabım var benim. Orada bir yazarın bütün eserlerini ele aldım ve dünyada eşi zor bulunan bir olay buldum. Bir Türk-Yunan çatışmasında Yunanlı aşağılık, kötü, barbar bir insan, Türk üstün bir insan, böyle çıkıyor. Aa diyorsun inanılmaz bir şey! Kesin öyle bilinçli yapıyor yazar. Ne yaptığını biliyor. Ama ondan sonra onun bazı hikayelerinde tarihsel döneme dönüyor. 1700’lere gidince o Türk’ü görecekseniz. Türk karikatür gibi bir Türk. Yani bu iç içe üst üste birlikte yaşanan soyut/somut imajlar.
Milliyetçiliğin iki ayağı var. Biri kimlik olarak, bir de siyasi program olarak. Bunu anlarsak o zaman çok farklı bir dünyaya giriyoruz. O zaman artık kendimizle hesaplaşmaya başlıyoruz. Ben bunu böyle görüyorum ama acaba yanılıyor olabilir miyim? Acaba tarafsız mıyım? Acaba bir şey kaçırdım mı diye düşünmeye başlıyoruz. Bu aşamaya gelince artık kurtuluştur! O artık iyi bir şeydir. Ama ‘ben bilim adamıyım, verilere dayanarak konuşuyorum, bilimsel yaklaşım izliyorum’ diye gidersek yandık yani! Bütün o Hitler’in danışmanları hepsi bilim adamıydı. Yani bu, farklı bir insana yaklaşım biçimidir.
Onun için yarın, öbür gün Tayyip Erdoğan acayip bir laf edince bütün Yunanlılar “işte yeniden Türk’ün kötü niyeti görüldü” diyor. Nedir bu? Soyut imajı teyit etmiş oluyor. Şöyle diyelim; Türk’ün soyut imajı var, Türkiye’den kötü bir mesaj gelince teyit oluyor. O imajın teyidi geliyor. İyi bir mesaj gelince hoşumuza gidiyor ama biraz tedbirliyiz. ‘Acaba bu ayrım istisna mı, bu gerçek mi?’ diye kuşkuyla yaklaşıyoruz. Yani kötü olay teyit sayılıyor, iyi haber istisna sayılıyor. Böyle bir mekanizma çalışıyor.
*** Peki bu diziler iki toplum arasındaki kültürlerarası iletişimi de olumlu yönde etkiledi diyebilir miyiz?
Tabii ki mutlaka yararlıdır ama abartmayalım. Bu aşamada devletin rolü çok önemli. Okul kitapları değişecekmiş. Okul kitapları bu devletin niyetini gösteriyor. Yani devletin siyasetini. Bu devletin ne tür öğrenci, ne tür vatandaş istediğini gösteriyor bu kitaplar. Yani kitap nasıl değişecek, o kitap tesadüfen olmadı ki? O kitap, bu devletin yaşam nedeninin sonucu. Kitap değişmez, kitabın değişmesi için yöneticinin değişmesi gerekiyor. Ha ne olur, program değişir. İşte İstanbul’u alacağız demez, o da başarıdır ama özü değişmez. Özü zaten söylüyor, bilinç, sözde ulusal bilinç verecek, yani biz üstünüz dolayısıyla ötekiler aşağıdır! “Osmanlı dönemi cehennemdi” demezsen o istiklal savaşının ne anlamı olur?
Ben size bir örnek vereyim; diyelim ki, ben bir araştırma yapıyorum Yunanlılar 1919’da İzmir’e çıktı ondan sonra 3 yıl içinde ekonomi gelişti, refah yaşandı, hayat standardı yükseldi ve Türkler çok memnundu. Böyle bir araştırma yapsam bunun sonucu ne olur? Tabii birileri bağırır çağırır ama önemli değil, asıl önemli olan böyle bir yorum İstiklal Savaşının değerini yok eder. O zaman İstiklal Savaşını neden yaptık? İşte bu mitosların bir işlevi var, o mitoslarla oynamaya başladık mı o milli işlevi de dağılıyor. Onun için mecbur Yunanlılar Osmanlı’yı kötü göstermeye. Onu aşması için bütün dünya görüşünü değiştirmesi gerekir. Yunan bağımsızlık savaşını da yeniden yorumlaması gerekir. Her şeyi yeniden değiştirmemiz gerekiyor. Çok zor, çok zor…
… Size bir şey göstereyim çünkü bu çok önemli bir nokta. Çok çok önemli. Bazı gerçekler hoşa gitmediği için… Ben size getireyim.
Richard Clogg… Bu isim size bir şey ifade ediyor mu? Richard Clogg. Bu kitabın Türkçesi de vardır. (İletişim Yayınları) Bu çok iyi bir Yunanistan tarihidir. Kitabın Türkçeye çıkmasını ben sağladım. Bakın burada adam yakalamış bunu. (Fotoğrafı gösteriyor) Fraternizations by numbers. Burada bunu anlatıyor. Üstleri erlere emir veriyor: “Türkler ve Yunan ordusu birbirinizle kucaklaşın marş” diyorlar, kucaklaşıyorlar.
*** Ne zaman oluyor bu?
NATO zamanında muhtemelen 1950-51. Şimdi o yıllarda iki ülke de NATO’ya giriyor. O zaman yine dostluk var. 6-7 Eylül’den 4-5 yıl önce. O zaman küçüktüm ben hatırlıyorum. O zaman bir süre “geleneksel Türk-Yunan dostluğundan” söz ediyorlardı. Yani Yunan kralı geldi İstanbul’a biz ilkokuldayken, yalnız Rumlar değil Türkler de, Yunan bayraklarıyla böyle bir şenlik havası oldu. O zaman öyleydi. Yani ben şanslıydım çünkü ilkokula gittiğimde böyle bir dostluk vardı. Okul kitaplarında İstiklal Savaşı anlatılırken Yunanlılardan söz edilmezdi. “Düşmanı yendik, düşmanı denize attık” denirdi ama Yunan lafı geçmezdi. Tabii 1950’ler böyleydi çünkü o zaman “dostluk” vardı. Ondan sonra Kıbrıs sorunu çıktı ondan sonra “geleneksel Türk-Yunan düşmanlığı” çıktı. Yani bunları ben yaşadığım için artık karnım tok. Yani iki şeyi birbirinden ayırıyorum; bilinçli, ne yaptığını bilen insanların dostluğuyla, devletin onayladığı “hadi bakalım şimdi dost olacağız marş marş kucaklaşın marş marş”ı ayırıyorum. Bunu kesin olarak ayırmak gerekiyor.
Mesela karşılıklı Türkler ve Yunanlılar, Yunan Bölümü ve Türkçe Bölümü olmak üzere üniversitelerde bölümler kurdular. Bu devlet emriyle oldu ve bunu kuran İstanbul’da Alemdaroğlu’ydu. ‘50 Bin kişi ölürse Atina’yı alırız’ diyen rektör. O adam Yunanca Bölümü kuruyor. Yani bu adamın Yunanlılar’a kini var. Yunanistan’ı almayı düşünüyor. 10 bin 100 bin kişi feda etsek alırız diyen adam. Emir geliyor “şimdi dostluk olacak hadi bakalım bölümü kur” diyorlar. Ondan sonra bu bölümü kuruyor ondan sonra bunun karşılığında Atina’da bölüm kurulacak. Yunanistan Bölümü kurmuyor, adam ‘kapatırım’ diye tehdit ediyor, ondan sonra bölüm kuruluyor. Yunanistan’daki bölümün kuruluşunda ben de vardım nasıl kuruldu biliyorum. Ankara’da da vardı. Onu da Özal kurdurdu. Onun kuruluşunda da vardım. Buradakinin kuruluşunda da vardım. Bunu yapan insanlar hangi felsefeyle hangi dünya görüşüyle yaptılar biliyorum.
Tabii ki, samimi, dostluk isteyen insanlar var, ne yaptığını bilen var… Bu Türk-Yunan Dostluk Derneği ile ilgili ne anlatayım ben size? İyi niyetli adam dostluk istiyorum diyor. Ama arkasında milliyetçilik var. Bir kısmı açıkça milliyetçi bir de bilinçsiz milliyetçilik var. Bir küçük siyasi olay çıkıyor, küçük bir şey oluyor, ondan sonra her şey yıkılıyor. Çünkü ne yaptığının bilincinde değil. Neyin bilincinde değil? Şunu diyeceğim: kendi iç dünyasının bilincinde değil en başta. Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmiyor. Çünkü milliyetçiliği kılıcı çekip saldırmak olarak anlıyor. Milliyetçilik o değil, milliyetçilik çok sinsi bir iç dünyadır. “Çok seviyoruz, çok beğeniyoruz” diyor altında bakıyorsun aslında aşağı görüyor karşı tarafı, veya insan olarak görmüyor. Vatandaş olarak görmüyor, komşu olarak görmüyor, onun hakkını tanımıyor vs. Bu işleri aşıp bilen insanlar var, ama bunun farkında olmayan “dostluk” yapanlar da var. Devlet destekli, milli çıkar adına yapılan dostluk değil. O milliyetçiliktir. Milli çıkar adına yapılan dostluk dostluk mudur? O siyasettir, o taktiktir. Dostluk değildir ki. Bakın, ne demek Türk–Yunan Dostluğu? Yani Türklerle Yunanlılar dost olacak. Peki Türkler Türklerle dost mu? Yunanlılar Yunanlılarla dost mu? Yani Türkiye’de seçimleri gördük iki grup ve kin besliyor birbirine. Yunanlılar da böyle birbirine kin besliyor.
*** Türkiye’de daha yeni yerel seçimler oldu, seçimler sonrası çıkan montajlardan biri “İzmir’i alamayan iki şey: Yunanlar ve AKP”, gözümle gördüm.
AKP’yi Yunanlılarla, yani düşmanla, diyelim eşit tutuyor, düşman diyor. Şimdi bu Türkler böyleyken Türkler Yunanlılarla dost ne demek? Hangi Türkler hangi Yunanlılarla dost? Ve Türklerle Yunanlılar dost olacak, yani ben faşist Türkle nasıl dost olurum, yani sevmiyorum faşist Türkleri. Yunan faşizmini de sevmiyorum, Türk faşizmini de. Ulusların dostluğundan söz edenler, ulusları tek kişilik taşıyan kitleler olarak görenler olabilir. Yani milliyetçi paradigmayı benimseyenler. Örneğin siz bana sorsanız “Yunanlıları mı, Türkleri mi seviyorsunuz?” diye “Bu ne biçim soru?” derim. “Türklerin bir kısmını seviyorum çünkü arkadaşım dostum, bir kısmını sevmiyorum, bir kısmına da tarafsızım” derim. Anadolu’da bir adam görsem yoldan geçen, onu seviyor muyum, sevmiyor muyum? Ne seviyorum, ne sevmiyorum. Bir adam geçiyor, bana ne yani. Ne demek ama onu seviyor musun? Şu kastediliyor. O adam müttefikimiz mi, düşmanımız mı? Yani “biz Almanlarla dostuz, Almanlarla bir olacağız, İngilizleri yeneceğiz” der gibi bir dostluk.
Vefa Lisesi’nde tarih hocamızın bize ilk öğrettiği şey: “hiçbir ülke dost ya da düşman değildir. Günün koşullarına göre menfaatlerinizin çıkarlarınızın örtüştüğü ya da çatıştığı ülkeler vardır”dı…
O devletler bazında. İnsan bazında, örneğin “İngilizleri seviyor musun?” diye bir soru gelse. Bizim bir gelinimiz İngiliz, onu çok seviyorum ama başka bir İngiliz’i sevmeyebilirim, bir kısmı ile tarafsızım. Yunanlılar için de bu böyle, “karşıdaki komşuyu seviyor muyum?”. Ne seviyorum, ne sevmiyorum.
(AGOS – Figen ALGÜL – 17.2.2020)