Türkiye’de Kemalizm ve Muhafazakârlık

Türkiye’de Kemalizm ve Muhafazakârlık


Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com 


Bu yazıda Türkiye Cumhuriyeti tarihine damgasını vuran Kemalist-muhafazakâr ilişkilerini siyasal boyutta inceleyeceğim. Atatürk İlkelerini benimsemiş ve seküler toplum inancına sahip kesimleri “Kemalist”, Müslümanlığın sosyal yaşamda daha fazla temsil edilmesi ve bunun için bazı siyasal reformlar yapılması gerektiği inancına sahip kesimleri ise “muhafazakâr” olarak tanımlamaktayız. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, Türk siyasetinin merkezine Kemalizm-muhafazakârlık ilişkileri yerleşmiştir ve bu ilişkiler Türkiye’nin siyasal seyri bakımından günümüzde de belirleyici bir rol oynamaktadır. 

Kurtuluş Savaşı sonrasında, Mustafa Kemal’in iktidara getirilmesi yönünde hem halkta, hem direniş hareketinin seçkinleri arasında önemli beklentiler yükseldi. Bunun yanında hilafet ve saltanatın sürdürülmesi, hatta Mustafa Kemal’in halife olması yönünde görüşler de mevcuttu. O dönemin şartlarında, saltanat ve hilafet yanlısı çevrelerin Hanedan üyelerini yeniden iktidara taşımak için Türkiye’yi siyasal çatışmaya itme, bunu yaparken de dış bir devletten yardım alarak Türkiye’nin ulusal egemenliğini sarsma ihtimallerinden endişelenen Mustafa Kemal, saltanatı da hilafeti de kaldırdı ve Hanedan üyelerini Türkiye’den uzaklaştırdı. “Nutuk” adlı eserinde Atatürk halifeden çoğunluğu büyük devletlerin esaretinde yaşayan Müslümanları kurtarma görevi bekleneceği, bunun Türkiye’yi Batı ile çatışmaya sokabileceği, bu çatışma kazanılsa bile diğer Müslümanların Türklerden bağımsız bir siyasal yapıya bürünebilecekleri ve Türkiye’nin bir “hayır-dua” ile yetinmek zorunda kalabileceğini anlatmaktaydı (1). Bu nedenle Atatürk TC yurttaşlığı ile sınırlı, yayılmacı olmayan ve laik bir Türklük anlayışıyla hareket etti. 

Mustafa Kemal’in siyasal kutuplaşma endişeleri çok partili hayata geçiş denemelerinde de devam etti. Rejime bir muhalefet doğabilmesi için ve Batı Demokrasisi ile liberalizmin yolunun açılabilmesi için, 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1930 yılında ise Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Fakat Cumhuriyet muhalifi muhafazakâr gruplar bu partilerde örgütlenmeye başlayınca, her iki parti de kuruluşlarından bir yıl geçmeden kapatıldılar. Mustafa Kemal, yine “Nutuk” adlı eserinde Terakkiperver Fırka’yı dini inançları kendi iktidara gelme arayışlarına ve Türkiye’nin dış düşmanlarının çıkarlarına alet ederek Cumhuriyet düşmanlığı yapmakla itham etmiş, Terakkiperverlerin halka hilafeti geri getirme vaatlerinde bulunmalarını kınamıştı(2). Burada Atatürk’ün halktaki muhafazakârlığın bir takım çıkar grupları tarafından suistimal edilerek destek sağlanmasından ve bunun Türkiye’yi bir iç savaşa sürüklemesinden çekinmesi önemlidir, çünkü uzun bir süre ardılları da bu kuşkuyu sürdürmüşlerdi. Atatürk’ün “gericilik” olarak nitelendirdiği görüşlere karşı temkinli davranması bir inanç karşıtlığı değil, daha ziyade ülkenin bir iç savaştan korunabilmesi yönünde bir şüphecilik ve tedbir niteliğindeydi.   

Atatürk sonrasında başa gelen İsmet İnönü Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tutmayı başardı. Fakat savaşın hemen ardından olası bir Sovyet yayılmacılığı Türkiye’yi korkutmaya başladı ve Türkiye sırtını ABD’ne dayama zorunluluğunu hissetti. Türkiye bu noktada Batı Kapitalizmi ve Batı Demokrasisi’ne uyarlanma durumunda kaldı ve Demokrat Parti 1950 yılında iktidara geldi. DP’nin liberal ekonomi politikaları ilk yıllarda başarı buldu ve 1952 yılında NATO’ya üyelik gerçekleştirildi. Fakat DP halktaki muhafazakâr dönüşüm taleplerine de cevap verdi ve ezanın yeniden Arapça okunmasının önünü açmak gibi reformlar yaptı. Ayrıca, muhafazakâr gruplar CHP karşısında DP’ye açık destek verince, Kemalizm’i irtica endişeleri sardı. İktidarda olduğu sürece “Atatürk’ü koruma kanunu” gibi Cumhuriyet’i güçlendirme yanlısı adımlar da atan DP, son dönemlerinde CHP ve basın üzerinde bir siyasal baskı kurmaya da çalıştı. Bu süreç 1960 İhtilalı ile noktalandı. Yassı Ada’daki yargı süreci ve Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edilmeleri, muhafazakâr grupları ciddi anlamda rahatsız etmişti (3). 

Burada ifade etmek önemlidir ki, NATO’ya üyelik sonrasında, Kemalizm’in “dış tehdit” algısı da boyut değiştirdi. NATO üyeliği öncesinde Atatürk ve İnönü Türkiye’yi hem Batı kampından, hem Sovyetler Birliği’nden bağımsız kılan ve ulusal egemenliği maksimize eden bir yapılanma gerçekleştirmiş, fakat NATO’ya üyelik ile bu yapılanma Batı kampı eksenine doğru bir ölçüde sarsılmıştı. Bu yüzden, Kemalizm muhafazakâr çevrelerin ulusal egemenliği sarsıcı bir dış destek alarak iktidara gelme çabalarından endişe etmeye devam etti. Fahat Kemalizm’in ve İsmet İnönü’nün de desteklediği ve gerçekleşmesi için çaba sarf ettiği NATO’ya üyelik, ulusal egemenliğin anlamını değiştirmekteydi. Kemalizm’in bir kanadı, artık sadece muhafazakârlık ile değil, NATO ile ilişkiler doğrultusunda Komünizm’e karşı da kuşkucu yaklaşmak durumunda kaldı.

1960’lı yıllarda, CHP Kemalizm’in, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi ise liberalizmin kaleleri olarak Türkiye’nin siyasal yaşamına damgasını vururken, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 1964 yılında kuruldu ve 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi adını aldı. Alparslan Türkeş ve Ülkücü Hareket de siyasal yaşama katıldı. 1970’li yıllarda ise, muhafazakâr görüş kendisini Necmettin Erbakan’ın liderliğinde hissettirmeye başladı. Erbakan 1970 yılında Milli Nizam Partisi’ni, 1972 yılında ise Milli Selamet Partisi’ni kurdu (4). Erbakan’ın çizgisi ekonomi alanında Adalet Partisi’ne değil, Kemalizm’e yakındı. Çünkü Erbakan liberal ve kapitalist ekonomi modellerine şiddetle karşıydı. Bunu sıkı bir Batı karşıtlığı ile de pekiştirmişti. Fakat siyasal ve toplumsal anlamda sıkı bir Kemalizm muhalifliği de taşıyan Erbakan ve yandaşları, bu noktada da AP’den farklılaşmaktaydılar. AP ile uyuştukları nokta, Komünizm’i Batı’dan daha öncelikli bir tehlike olarak algılamalarıydı.

1970’li yıllarda Kemalist Cephe’ye baktığımız zaman ise, CHP Bülent Ecevit’in liderliğinde sosyal demokrat bir çizgiye bürünürken, sosyal demokratlara kıyasla daha ordu sempatizanı olan Kemalistler Cumhuriyetçi Güven Partisi’nde örgütlendiler. Bu yıllarda ordu sempatizanı Kemalistler de Komünizmi muhafazakârlardan çok daha öncelikli bir tehdit olarak algıladı ve 1980 Darbesi sonrasında Kenan Evren Komünizme karşı muhafazakârlığa ve Kemalizm’e işbirliği yaptırmak gibi bir ideolojik strateji benimsedi. 1983 yılında Anavatan Partisi ile iktidara gelen Turgut Özal, Kemalizm’in ordu sempatizanı kanadına karşı muhafazakâr ve liberal bir çizgi benimsedi. Muhafazakârlık anlayışı ise Batı (özellikle ABD) ve kapitalizme Erbakan’dan çok daha yakın ve yatkındı. 1990’larda Özal sonrası dönemde, geleneksel çizgisini sürdürerek Refah Partisi liderliğinde iktidara gelen Erbakan, hem dış politikada oldukça ciddi bir Batı karşıtlığı güderek iş birliği için İslam Dünyası’na yöneldi, hem de Kemalizm’in geleneksel irticai devrim şüphelerini alevlendirdi. 28 Şubat 1997 tarihinde Ordu bir muhtıra vererek Erbakan Hükümetinin düşmesini sağladı. Erbakan’ın ABD karşıtı bir dış politika benimsemesi, Türk Ordusu’nun muhtırasına bir ABD tepkisi doğmasının önüne geçen önemli bir unsurdu. Fakat muhafazakâr görüş muhtıraya çok içerledi. Soğuk Savaş’ın bitmesinin bertaraf ettiği Komünizm de bir tehdit olmaktan zaten çoktan çıkmıştı. Böylece Kenan Evren’in Kemalizm ile muhafazakârlığı iş birliğine taşıma projesi tamamen çökmüş oldu (5).

Erbakan sonrasında Ecevit liderliğinde Demokratik Sol Parti-MHP-ANAP koalisyonu kuruldu. Fakat 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi başladı. Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP, sosyal demokrasi, liberal demokrasi, milli görüş (Erbakan çizgisi) ve ülkücülük kökenli kadrolardan oluşmaktaydı. AKP ekonomide liberal, dış politikada batı karşıtı olmayan ve iç politikada Erbakan’dan daha ılımlı bir muhafazakârlık temelinde hareket etti. Deniz Baykal döneminde ordu sempatizanı çizgide kalan CHP, Kemal Kılıçdaroğlu döneminde sosyal demokrasiye doğru bir dönüşüm yaşadı. Oldukça önemlidir ki, AKP Erbakan çizgisini iki açıdan temsil etmedi: Batı ve ABD ile iyi geçinmeye çalıştı ve ekonomi politikasında Erbakan’ın liberalizm karşıtı devletçiliğini hiçbir zaman takip etmedi. Günümüzde “Ergenekon Davası” neticelerini 1960 ve 1997 müdahalelerinin bir ters açı uzantısı, alkollü ürün tüketimine ilişkin yasal değişiklikleri bir “inanç müdahalesi” ve Gezi Parkı protestolarını ise seküler kesimlerin iktidardaki muhafazakâr düşünce karşısında kendilerini ifade biçimi olarak gören Türkiye aydınlarının sayısı az değildir.

Cumhuriyet Tarihi’ne ilişkin, 1960’larda Türkiye’yi ziyaret eden Dünya çapında tanınmış sosyolog Ernest Gellner tarafından önemli gözlemler yapılmıştır. Gellner, Batı dillerini çok iyi bilen, yüksel tahsilli, üst kültürlü, giyim kuşamı çok şık, seküler ve Avrupa’daki çoğu toplumdan daha Batılı görünen Kemalist seçkinlere imrenerek baktığını dile getirmekteydi. Fakat Gellner Ankara sınırlarında bulunan köy yerleşkelerini gördüğü zaman Orta Doğulu, yoksul, eğitim seviyesi düşük ve muhafazakâr bir halk ile karşılaştığını ve hayretler içerisinde kaldığını da anlatmaktadır. Gellner buna ilaveten Türk Ordusu’nun Kemalist rejimin bekçisi olduğunu da ifade etmiş, hem gericiliğe, hem de Komünizm’e karşı geçit vermez bir set oluşturduğunu dile geçirmişti. Gellner ayrıca Kemalist seçkinlerin kendisine “dinsel kartlarla oynayarak” (tabir Gellner’den alıntıdır) yoksul kitleleri peşinden sürükleyen partilerle uğraşırken zorlandıklarını ve halkı bu partilere oy vermekten bir türlü vazgeçiremediklerini söylediklerini dile getirmişti (6).

Gellner’in tespitleri pek çok açıdan uzun bir süre geçerliliğini korumuştur. İfade ettiği gibi, Kemalizm ve Batılı yaşam tarzı Türk halkının yoksul ve kırsal bölgelerde yaşayan kesimlerine ulaşamamıştır. Fakat günümüzde muhafazakâr kesimden gelen pek çok birey ve kesim de ekonomik, sosyal, siyasal ve entellektüel anlamda gelişmektedir. Türkiye’deki sınıf yapılarında önemli değişimler oluşmaktadır. Bununla birlikte, Ecevit CHP’si ve Ecevit DSP’si haricinde, Kemalist partiler Türkiye halkında geniş bir taban desteği bulamamış, çoğu zaman muhafazakâr/liberal partilerin gerisinde kalmışlardır.

Sonuç olarak, Kemalistler ve muhafazakârlar Türkiye halkının ve Türkiye Tarihi’nin gerçekleridir. Herkesin ortaklaşa dileği, aralarındaki rekabet koşullarının demokrasi temelinde bir “barış içinde bir arada yaşama” halini almasıdır. Bu nedenle, her iki kesimin de diğer kesimin inanç özgürlüğü noktasında hassas ve anlayışlı davranması faydalı olacaktır. Bununla birlikte, iktidarda hangi kesim olursa olsun, diğer kesime ve tüm topluma demokratik bir devlet yönelimi sağlanmasının ve farklı görüşlerin de var edilebilmesinin önünün açılması oldukça önemlidir. 

***

Referanslar
(1) Atatürk, M, K., 2013. Nutuk. İstanbul: Alfa.
(2) Atatürk, a.g.e
(3) Ahmad, F., 2010. Demokrasi Süreci’nde Türkiye: 1945-1980. İstanbul: Bilgi Ünivesitesi Yayınları
(4) Ahmad ,a.g.e.
(5) Yazıda değindiğim tarihi süreç ve özellikle Cumhuriyet Tarihi hakkında genel bilgi için, Mehmet Ali Birand’ın “Demirkırat”, “İhtilal’in Pençesinde Demokrasi”, “12 Eylül”, “Özal’lı Yıllar” ve “Son Darbe: 28 Şubat” belgesellerinden yararlanılabilir.
(6) Gellner, E., 1994. Milliyetçiliğe Bakmak. İstanbul: İletişim.

Dergiler Haberleri