Modern Türkiye’nin yüzbirinci kuruluş yılında yapılan 2024 yerel seçimleri, Türkiye’nin demokrasi arayışında bir dönüm noktası olup olmayacağı çok tartışılıyor. Bunu ancak zaman gösterecek.
Ancak şu bir gerçektir ki, Türkiye’de baskın olan iki Büyük Anlatı da yara aldı. Klasik Kemalizm’in ve Siyasal İslamcılığın Türkiye’nin sorunlarına çare olmadığı ve olamayacağı ortaya çıktı. Artık bu doktrinlerle toplumun önünü açmak mümkün değildir.
Tarihsel açıdan bakacak olursak, Türkiye’nin kalıcı demokrasiye geçmesinin somut koşullarının oluştuğunu söyleyebiliriz. Ancak sadece tarihsel koşulların değil, demokrasinin taşıyıcı öznelerinin de olgunlaşması gerekiyor.
Konuya açıklık getirmek için yakın dönem Türkiye tarihine kısaca göz atalım.
Modern Türkiye kurulurken çağdaşlaşma adına bir dizi radikal reformlar yapıldı. Mustafa Kemal ve çalışma arkadaşları bir ulus devleti kurarken Osmanlı-İslam geçmişinden radikal bir kopuş arayışı içine girdiler.
Türk ulusu din bağları yerine milli bilinç üzerine kurulacaktı ve yüzünü Batı’ya dönecek, Batı Medeniyeti seviyesine çıkartılacaktı.
Bu medeniyet projesi, İslam dini ve geleneklerinin baskın olduğu bir toplumda bir dizi radikal değişikliğe imza atmak anlamına geliyordu. Halifelik tasviye edildi, din dersleri okullardan kaldırıldı, ezan Türkçeleştirildi, dini nikah yasaklandı, fes yerine şapka dayatıldı, Latin alfabesi benimsendi ve Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak din işleri devlet denetimi altına alındı.
Kemalist reformların amacı bir yandan Laiklik ilkesi temelinde toplumu yeniden örgütlemek, diğer yandan da milli bilincin Türk milliyetçiliği temelinde kurgulanıp güçlendirilmesini sağlamaktı. Laik milliyetçilik ilkeleri temelinde yol alan Türkiye toplumunda modernleşme/batılılaşma hamleleri yapılırken, önemli sorunlar da ortaya çıktı. Reformlar süreç içinde birden fazla Türkiye’nin oluşmasına yol açtı. Bir yandan Kürtlerin varlığı inkar edildi, diğer yandan kendini öncelikle Müslüman olarak tanımlayan geniş kitlelere hor bakıldı. Peyami Safa’nın sözleriyle, “iki ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik” oluştu. Gelgelelim, İslamın dışlanması ve toplumun Türklük bilinci temelinde örgütlenmesi geniş kitleler tarafından kabul görmedi.
Nitekim çok partili düzene geçildiği 1950’den itibaren İslamcı hareket giderek büyürken, bastırılan Kürt kimliği de yavaş yavaş kamusal alana taşındı.
Kemalist ordunun siyasal yaşama yaptığı müdahaleler ve darbeler, ne İslamcı hareketin büyümesini engelleyebildi, ne de Kürt hareketinin önünü kesebildi. Bir noktadan sonra da Kemalizm, çoğulcu Türkiye’nin demokrasi talebine yanıt veremez oldu ve Kemalist asker ve sivil bürokrasi lejitimasyon krizine girdi.
Kemalizm gerilerken İslamcı hareket güçleniyordu. İslamcı kesime karşı yapılan son darbeden sonra (27 Şubat Süreci) ortaya çıkan ve Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) kuran yenilikçi İslamcılar, sağın merkez partilerinin çöküşüyle birlikte 2002 sonunda iktidara talip oldular.
Türkiye halkı AKP’yi hükümete taşımıştı ama Kemalist vesayet rejimi devam ediyordu. Açıkçası, demokratikleşme sorunu devam ediyordu. AKP bu konuda geçmişteki siyasi partilerden biraz daha şanslıydı. Türkiye’nin gündemine oturan ve büyük bir halk desteğine sahip olan AB üyeliği, Türk ordusu ve Kemalist bürokrasiyle doğrudan kavga etmeden demokratikleşme olanağı sunuyordu. Nitekim AKP bütün stratejisini Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesine dayandıracaktı. AB yolunda ilerlemek, Atatürk’ün temel hedefi olan “Muasır Medeniyet” seviyesine çıkmak demekti. Böylece, AKP, Atatürk’ün Batılılaşma politikasını kendine referans edinmiş görünüyordu ve bu stratejik söylemle meşruiyet sorununu çözmeye çalışıyordu.
AB ile üyelik müzakerelerine başlayan AKP hükümeti Türkiye’nin çehresini değiştiren önemli değişiklikler yaptı. Ordunun kurumsal gücünü kırdı ve Kemalist blokun önüne koyduğu engelleri tek tek aşarak önemli başarılara imza attı.
Recep Tayyip Erdoğan bu girişimleriyle bir yandan geniş halk yığınlarını mıknatıs gibi yanına çekerken, diğer yandan da giderek artan bir şekilde dış dünyanın sempatisini kazanıyordu. Yabancı basında çıkan makalelerde kendisinden övgüyle bahsediliyor, Atatürk’ten sonra en büyük lider olduğu söyleniyordu. Özellikle, 2007 ve 2010 yıllarında yapılan anayasal reformlar Erdoğan’ı ve partisini Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin en önemli taşıyıcısı kılmıştı.
Fakat Erdoğan’ın gücü artıp iktidarı sağlamlaştıkça, otoriterleşme eğilimleri de görülmeye başladı ya da su yüzüne çıktı. AKP’nin kuruluş aşamasında ilan ettiği “Muhafazakâr-Demokrat” anlayışın “demokrat” kulpu giderek silinmeye yüz tuttu. “Dindar Kuşaklar” yetiştirmeye yönelerek toplum mühendisliği uygulamaya koyuldu. Giderek, Batı karşıtı söylemleri ön plana çıkmaya başladı ve düne kadar kendisini destekleyen liberal ve solcu aydınları anti-entelektüel bir tavırla aşağılamaya soyundu.
Erdoğan’ın güçlü ve otoriter bir devlet anlayışını ön plana çıkarması, tıpkı Kelmalizm’de olduğu gibi demokratikleşmenin önünde büyük bir engel oluşturdu.
Yukarıda aktardıklarımızdan da anlaşılacağı gibi, AKP giderek muhafazakâr dozunu artıran ama “demokratik” duyarlılıktan tamamen ayrılan bir parti olma yolunda ilerliyordu. Oysa Kemalist vesayet rejimine son verildikten sonra demokrasiye yönelmesi bekleniyordu. Fakat gerçek şudur ki, AKP aslında Kemalizm’i baş aşağı çevirmişti. Kemalizm’in otoriter devlet anlayışı ile toplum mühendisliği enstrümanına bağlı kalarak kimliğin yukarıdan müdahalelerle yeniden yapılandırılması gerektiğini ileri sürüyordu. “Büyük Lider” temelinde tahayyül edilen ve giderek milliyetçi bir saplantı haline gelen “Güçlü Devlet” fikri demokrasinin alanını iyice daraltıyordu. Açıkçası, Post-Kemalist Türkiye’de “Elitist-Laik-Otoriter Düzen” sona ermişti ama onun yerine “Muhafazakâr-Demokrat” bir düzen kurulmamıştı.
AKP giderek daha büyük oranda ahlak ve din kalıpları içinde şekillenmiş tek tip yurttaş anlayışına yöneldi. Türkiye’nin çoğulcu, katılımcı demokrasiye doğru yol almasını frenleyerek belirli kalıplar içine sıkıştırılmış tek tip vatandaş yaratma peşine düştü. Post-Kemalist Türkiye’de “milli iradeyi” ileri sürerek “tek hakikatli” bir toplum kurmaya yöneldi. Vicdan muhasebesini kendi bilinciyle yapan özgür bireyler yerine, neyin doğru neyin yanlış olduğu kendilerine tebliğ edilen itaatkar yurttaşlar makbul sayılıyordu.
Gezi Parkı Olayları böyle bir ortamda patlak verdi. Ökolojik kaygılarla Gezi Parkı’nın korumak isteyen eylemcilere karşı şiddet uygulandı. 10 Haziran 2013 tarihinde Taksim Meydanı, 15 Haziran’da da Gezi Parkı, eylemcilere karşı harekete geçen devlet güçleri tarafından orantısız şiddet kullanılarak arındırıldı. Çıkan olaylarda altı kişi öldü, ondan fazla insan gözünü kaybetti.
Olaylarından sonra Erdoğan giderek daha da otoriter tavırlar sergilemeye başladı. Bir zamanlar kendisini destekleyen dış dünyayı şimdi kendisini devirmek istemekle suçluyor, ülke içindeki muhalefeti darbeci olarak adlandırıyordu.
15 Temmuz 2016 tarihinde başarısız darbe girişiminden sonra Türkiye’de resmen Tek-Adam-Yönetimi kuruldu. Yapılan anayasa değişikliğiyle partili cumhurbaşkanı modeline geçildi ve güçler ayırımı ortadan kaldırıldı. Artık bütün yetkiler 2018 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın elinde toplandı ve baskıcı, keyfi bir yönetim biçimi oluşturuldu.
Sonuç olarak, Türkiye bir Kemalizm diğeri de Siyasi İslam temelinde iki büyük dönüşüm geçirdi ama demokrasiye kavuşamadı.
Ülkenin demokrasi umudu nerede diye soracak olursak, bu iki doktrinin yarattığı iki ayrı Türkiye’nin aşılarak demokratikleşen bir Türkiye’nin oluşmasındadır. Tarihin işaret ettiği yer burasıdır. Fakat iş tarihle bitmez. Bunun için taşıyıcı öznelere de ihtiyaç vardır...