Salgın tüm hızıyla yayılmaya devam ederken, ekonomik – sosyal ve siyasi krizlerimiz de iyice derinleşiyor. Özellikle küçük esnaf tek tek kepenk kapatırken, büyük iş yerleri batışı engellemek için -ilk iş olarak- bünyesinde çalıştırdığı işçileri azaltıyor. Bu süreçte, “ekmek teknelerimizi kapatıyoruz, zor durumdayız” çığlıkları atan casinolu otel patronlarının sahte gözyaşları, sel olup akıyor. Ama her ne hikmetse, “kapanma” iddialarının arkası gelmiyor. Sanki hiç söylenmemiş gibi, işletmeler hizmet vermeye devam ediyorlar. Durum böyle olunca, zihinde binbir türlü senaryo canlanıyor, kapalı kapılar ardında neler oldu da durum tersine döndü diye düşünmeden edemiyor insan. Korkarım ki zenginin zenginliği, yoksulun ise yoksulluğu birikiyor.
Eğitim, öğrenim ve sağlık alanında alınan, uygulan(a)mayan ve sürekli ardı ardına hukuka aykırı şekilde değiştirilen idari kararlar, yaşadığımız keşmekeşi daha da artırıyor. Yasalar gayet açık olmasına rağmen, hangi kurulun yetkili olduğunun bir türlü kavranamadığı, pandemi hastanesindeki elektrik sistemi ile ilgili yasal izin krizinin bir türlü aşılamadığı herkesin malumu. Bu husus KKTC hükümeti açısından bir utanç vesilesi. “Yıllardır öyleydi de bunlar mı bozdu”, diye soranlar olacaktır. Sanırım bu dönemki ki kadar ezbere adım atan, yetkisiz hareket eden ve bir nevi kendi çalıp kendi oynayan bir idare ile karşılaşmamıştık. Kısacası hem iş bilmez hem de hukuk tanımazlar tarafından yönetiliyoruz.
***
Şimdi değineceğim hususlar yanında bu durum çok masum kalıyor! Türkiye Devleti’ndeki hukuk garabetini uzun zamandır takip ediyorum. Özellikle anayasa değişikliği ardından oluşturulan tek adama dayalı diktatörlük sistemi, demokrasinin en temel unsuru olan kuvvetler ayrılığı ilkesini fiili anlamda ortadan kaldırdı. Yargıç / savcı atamaları – görevden almaları, adaletin en önemli bacağı olan avukatların sırf muhalif duruşlarından dolayı keyfi şekilde yargılamaya tabi tutulması, Barolar üzerinden yürütülen baskılama süreçleri, hukuk dediğimiz mefhumun hangi durumda olduğunu kanıtlıyor. Net bir şekilde kavramak için, daha fazla demokrasi adına mücadele ederken cezaevinde yargılanmayı bekleyen (daha açık ifade ile orada unutulan) gazetecilerin, siyasilerin, insan hakları aktivistlerinin, sivil toplum örgütü temsilcilerinin, öğrencilerin sayısına da bakmak yeterlidir. Söz konusu iktidar, genel anlamda medyayı ele geçirdiğinden, bu tip kesimleri tespit edebilmek ve toparlamak için alternatif medya kanallarındaki yayınlarını ve yoğun olarak sosyal medya mecralarını kullanmaya başladılar. Mesela twitterda yazdığımız muhalif ve merkezi yönetimi eleştiren tek bir cümle, “cumhurbaşkanına – devlet temsilcisine hakaret, halkı şiddete teşvik etme, terör örgütü üyeliği” vb gibi suçlara karşılık gelebiliyor.
Tüm yaşananlar hukuksuzluğa mı denk düşüyor, yoksa iktidarın kendi hukukunu yaratması anlamına mı geliyor diye düşünürken, elime çok iyi bir kitap geçti. Değerli meslektaşım Öncel Polili’nin önerisi ile edindiğim “Nazi Almanyası’nda Hukuk – İdeoloji, Fırsatçılık ve Adaletin Saptırılması” başlıklı, Zoe Kitap tarafından yayınlanan çalışma, pek çok manada aydınlanmama yardımcı oldu.
***
Bugün kadar çok derin bir araştırma yapmadıysanız, Nazi Almanyası döneminde yaşananları, genellikle Yahudilerin toplama kamplarına gönderildiği ve geniş çaplı bir soykırımdan geçirildiğini bilirsiniz. Bunlara dair yazılan romanlar, çekilen filmler de konuyu çoğunlukla bu perspektiften ele alır. Eğer gözünüzü pek konuşulmayan bir yana çevirme ihtiyacı duyarsanız, işte o anda yaşatılan acıların temelinde nelerin yattığını fark edebilirsiniz.
Öncelikle belirtilmesi gereken gerçeklerden biri, Hitler faşizminin kafayı sadece Yahudilere takmadığıdır. Aryan ırkı yaratmak isterken, Yahudi kökeni olmayan muhalifleri, çingeneleri, engelli bireyleri, lgbti bireyleri de hedefine almıştı. Bahsi geçen grupları yok etmek için de sadece gaz odalarını kullanmıyordu. Geliştirdikleri yasal düzenlemelerle; kamusal hayatın dışına itmeye, bitmek bilmez yargılama süreçlerine mahkum etmeye, mülklerini kamulaştırmaya, sınır dışı etmeye veya ülkeden ayrılmak zorunda bırakmaya yönelik mevzuatlarını zenginleştirdiler. Böylece her atılan adımın yasal dayanağı olabilecekti. Kısacası “hukuka aykırılıktan” bahsetmek pek de mümkün değildi.
İşte o noktada aslında hukuksuzluktan değil de, faşizmin ve anti demokrasinin hukuka bürünmüş halinden bahsedebiliriz. 1933’ten itibaren çıkarılan yasaların en tanınmış ve en çirkin parçası, 15 Eylül 1935 yılında yürürlüğe giren “Alman Kanını ve Onurunu Koruma Yasası”dır. Bir diğer önemli düzenleme da “Baroya Kabul Yasası”dır. Buna göre Yahudi avukat ve yargıçları (ve tabi ki kendine muhalif olanları) hukuk sistemi içinden çıkaracak, mahkemeleri /yargıyı kendi isteği doğrultusunda şekillendirecekti. Hedefi kendine itaat eden “hukukçular” yaratmaktı. Başarılı da oldu. Onaylanan Alman avukatların, Yahudilere hukuki danışmanlık yapması veya yargılandıkları davalarda onları savunması mümkün değildi. Zaten ötelenen gruplarla Aryan toplumun temasını onursuzluk olarak tanımlıyordu. İdeal hukukçudan beklenen: Aryan topluluğuna, Nazi devletine ve lideri Adolf Hitler’e sadakatti. Verilen tüm kararlarda, yürütülen tüm soruşturmalarda bunun izi vardı.
***
Volksgerichtshof (Halk Mahkemesi) adıyla kurulan özel mahkemeler; vatana ihanet, devlete ihanet, ulusal savunmayı baltalamak, Alman ulusuna rejim karşıtı propaganda yapmak gibi aslında siyasi olarak görülen ve çoğu ifade özgürlüğü ile çelişen suçlar yumağına dair yargılamalar yapıyorlardı. Bu davalarda masumiyet karinesine, adil yargılamaya dair hiçbir hukuki ilkeye yer yoktu. Herhangi bir davada hasbelkader serbest bırakılan olursa, Nazi rejimi (ve tabi ki temsilcisi Hitler) devreye giriyor, kendi istediğini dayatıp onu hukuken uygulatıyordu.
Nazi Hukuku’nun bir diğer önemli terimi ise Führerprinzip’ti. İlkenin özü, tüm erklerin, yasama – yürütme – yargının çok az elde, nihayet tek elde, yani Führer’de toplanmasıydı. Savaş sonrasında , insanlığa karşı suçların yargılandığı Nürnberg Mahkemesi’nde yürütülen davalara bakıldığında, sanıkların savunmalarının hemen hemen aynı olduğu gözlemlenebilir. Buna göre sanıklar: “Yasaları uyguluyordum ve yasa bunu yapmamı gerektiriyordu” diyerek aslında tüm fiillerinin hukuka uygun olduğunu ve bu yüzden herhangi bir sorumluluklarının olmadığını dile getiriyorlardı. Aslında çok da saçma değildi. Çünkü gerçekten kurallar dışına çıkmamış, çizilen yolda ilerlemişlerdi. İşte bu noktada “hangi hukuk veya kimin hukuku” sorusunun da ciddi şekilde yanıtlanması gerekiyor.
Tüm bunların, farklı isimlerdeki yasalar altında ve benzer şiddette Türkiye Devleti’nde uygulandığını söylemek mümkün. Tabi ki yaşadığımız çağda insanları gaz odalarına sokmak pek mümkün değil. Ama bir kişiyi öldürmeniz için, boğmanın dışında yöntemlerin yasal olarak uygulandığını söyleyebiliriz. Fiili bir ölümden de bahsetmenize gerek yok. Bir kimsenin fikirlerini, ifade etme özgürlüğünü, basın aracılığıyla kendi ideallerini özgürce paylaşabilmesini, demokrasinin gereği olarak içinde yaşadığı devleti ve düzeni eleştirmesini yani özetle insan olabilmesini elinden alabilirsiniz. Maalesef yaşanan da budur.
***
Sonuna kadar okuma zahmetine katlandığınız bu yazıyı yazmamın sebebi, Türkiye Devleti yönetiminin, Kıbrıs’ın kuzeyine yönelttiği siyasi müdahalelere, hukuki süreçleri de ekliyor olmasından kaynaklanıyor. Zaman içinde pek çok gazeteci hedef alındı, aleyhlerine Türkiye Mahkemelerinde davalar açıldı. Son olarak Kıbrıslı Türk gazeteci Ayşemden Akın, sosyal medya hesabından yaptığı siyasi eleştiriler nedeniyle cezai soruşturmaya tabi tutuldu. Ayşemden’in söyledikleri, geçtiğimiz cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yapılan müdahalelere ilişkindi. Yani hemen hemen pek çoğumuzun dile getirdiği eleştiriler. Bu sebeple, yarın sıranın kime geleceği belli değil. Her an kendinizi cadı avının ortasında bulabilirsiniz. Ülkemizdeki yargıya söz geçiremedikleri için, aba altından sopa göstererek, uzaktan korku salmaya devam ediyorlar. Bunun daha da ileri gitmemesi için elimizden gelenin en iyisini sergilememiz ve özgürlüklerimize sahip çıkmamız gerekiyor.
Eminim bir gün gelecek ve malum şahıs, kendi inşa ettiği sistemin ürettiği bir sanık olacak. Belki Naziler gibi mahkemelerde yargılanamayacak ama tarihe adını, sarayını döşediği altın harflerle “Çakma Führer” diye yazdıracak.