Türkiye’deki siyasi atmosfer ve Kıbrıs Sorunu

Son yıllarda AKP’de olduğu gibi muhalefette de önemli değişiklikler meydana geldi.

 

Şevki Kıralp

sevkikiralp@gmail.com

AKP yönetimi Türkiye Cumhuriyeti tarihini “eski Türkiye” ve “yeni Türkiye” olarak ikiye ayırmaktadır. Bu ayrım 95 yıllık Cumhuriyet tarihi dikkate alınınca son derece doğrudur çünkü AKP döneminde pek çok ezber bozulmuş, ancak bozulan ezberlerin bazılarının yerine yeni ezberler inşa edilmiştir. Ancak, AKP dönemini de, tıpkı AKP yöneticilerinin Türkiye tarihini ikiye ayırdığı gibi ikiye ayırmak mümkündür. Bir kere, iç siyasette 2002-2012 dönemindeki Türkiye ile Gezi protestolarının yaşandığı 2013 yılı ve sonrasındaki Türkiye’nin birbirine siyasal açıdan benzediğini iddia etmek hayli güçtür. Bunun yanında, dış politikada 2002-2009 yılları arasında izlenen siyaset ağırlıkla ılımlı iken, 2010 Arap Baharı ve 2011 Suriye İç Savaşı ile başlayan dönemde Türk dış politikası giderek keskinleşmiş, gerek bölgesel gerek küresel güçlerle çatışmalar yaşanmıştır. 2013 öncesinde Kürt Sorununda ciddi bir mesafe kat eden, AB üyeliğine doğru ilerleyen ve düşünce özgürlüğü konusunda tabuları yıkan bir AKP vardı. Muhalefete şaka yollu karşılık veren, öfke dilini kullanmaktan kaçınan, üslubuyla tüm kesimleri kucaklayabilen bir yönetim vardı. Fakat bugün Kürt Sorununu rafa kaldırmış olan, Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda iyimserlik yaratmayan, esasen Avrupa Birliği’ne üyeliği kendine fazla dert edinmeyen ve gerek içeride, gerek dışarıda tepki duyduğu çevrelere karşı keskin çıkışlar sergileyen bir iktidar mevcut. Ülkedeki Olağanüstü Hal iki yıldır devam ediyor ve çeşitli muhalif kesimler ile bu kesimlerin kanaat önderleri arasında “işten atılma” endişesi de, “içeri atılma” endişesi de artık yoğun biçimde hissediliyor. Bunun yanında kadının sosyal rolünün yeniden inşa edilmekte olduğu da ortada. Bütün bunların ışığında, AKP iktidara geldiği dönemde Türkiye siyaseti açısından oldukça “yeni” bir oluşumdu ve dönüştürücü gücü son derece yüksekti. Bazı gelişmelerin de etkisiyle başlangıcındaki liberal demokrat-muhafazakâr çizgisinden koparak milliyetçi-muhafazakâr bir çizgiye büründü. İktidara gelişini büyük ölçüde ekonomik darboğazın yarattığı yeni bir arayış ihtiyacına borçluydu. Bugünkü ekonomik darboğazın seçmende yeni bir arayış ihtiyacını ne oranda yarattığı Haziran seçimlerinde ortaya çıkacaktır. Öte yandan, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın 1946’da başlayan çok partili yaşamda Türkiye halkı tarafından en çok benimsenen ve en çok sevilen liderler arasında kesinlikle ilk üç sırada olduğu da tarihsel bir gerçektir. Bu popülaritenin ne kadar sürdüğü ya da sarsıldığı da seçimlerde ortaya çıkacaktır.

Son yıllarda AKP’de olduğu gibi muhalefette de önemli değişiklikler meydana geldi. AKP iktidarının ilk yıllarında “Cumhuriyetçilik”, “devletçilik” ve “laiklik” gibi ilkelerle muhalefet eden, Anayasa Mahkemesini silah olarak kullanan, bu tavrından ötürü AKP’nin “darbeci zihniyet” eleştirileri karşısında kimseyi inandıramayan ve bu tavrıyla da “milli iradeyi” AKP lehine güçlendiren bir CHP vardı. AKP yönetiminin ilk yıllarındaki CHP, Türkiye’nin kırsal kesimlerine, yoksul kesimlerine, Kürtlerine, dindar kesimlerine ve hatta enternasyonal sosyalistlerine sürekli “süngü” doğrultan bir profil çizmekteydi. Atatürk’ün “Batılaşma” ve “çağdaş uyarlık seviyesine ulaşma” ilkelerini daha ziyade şekilsel biçimde benimseyerek hayata uyarlamaya çalışan ve bu kültür düzeyine ulaşamamış ya da böylesi bir yaşam tarzını benimsememiş olan kesimleri küçümseyen bir pozisyondaydı. Halka son derece uzaktı. Fakat CHP son yıllarda farklı kesimlere karşı daha kucaklayıcı olan, halkın önüne ekonomik vaatlerle çıkan ve emek-sermaye çelişkisinde emeğin yanında olmayı kendine dert edinmeye başlayan bir çizgiye büründü. Bu çizginin bir ürünü olarak hem karizmatik bir lider profili olan, hem de taşıdığı tevazu ile halktan biri olduğunu ortaya koyabilen Sayın Muharrem İnce, partisi tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterildi. Üstelik Sayın İnce, Atatürk’ü gayet tadında ve ayarında hatırlatıyor. CHP’nin geçmişindeki aşırı Atatürk istismarının yol açtığı olumsuzlukları uzaklaştırıyor. Kürtlere de, dindarlara da, yoksullara da, kırsal kesimlere de hitap edebiliyor.

Son dönemlerin önemli aktörlerinden bir diğeri hiç kuşkusuz İyi Parti’dir. Lider kadrosu MHP geçmişine sahip, ancak profilleri bilindik milliyetçi modeliyle örtüşmüyor. İyi Parti, yolda sokakta “sen neden küpe taktın?”, “sen neden saçını uzattın?”, “sen niye oruç tutmadın?” diye insanları “hizaya sokma” gayretindeki alışılagelmiş “milliyetçi” imajından oldukça farklı bir görüntü ve vizyona sahip. Partinin programı bölgesel gelişmeleri neo-realist bir yaklaşımla okuyor ve NATO ile ilişkilere önem veriyor. Devlet yönetiminin etnik ve ideolojik farklılıklarla kuracağı ilişkiler konusunda CHP’nin eski ulusalcı çizgisine yakın bir pozisyonu olsa da, yaşam tarzı serbestliği konusunda sağın diğer önemli aktörlerinden, yani AKP ve MHP’den belirgin biçimde daha duyarlı ve ılımlı bir havaya sahip. Üstelik lideri Sayın Meral Akşener geçmişte Türkiye’nin şimdiye kadar ki tek kadın lideri olan Tansu Çiller’in İçişleri Bakanı olarak görev yaptı ve kamuoyu karşısındaki imajında Tansu Çiller’in zaman zaman gaf yapan tarzından farklı, özgüven sahibi, hazır cevap ve bilge bir profil çiziyor.  İyi Parti’nin HDP’ye karşı oldukça mesafeli durduğu da,  HDP’nin seçim ittifakına katılmamasını sağladığı da biliniyor. Buna rağmen, kamuoyu yoklamalarında, örneğin Gezici şirketinin anketinde, Sayın Akşener’in ikinci tura kalması halinde kendisini Sayın Erdoğan’a karşı destekleyebileceğini ifade eden Kürtlerin sayısı oldukça yüksek.

Türkiye siyasetinde son dönemin etkili bir aktörü olan, fakat son yıllarda ciddi ölçüde “kolu kanadı kırılan” HDP ve lideri Sayın Selahattin Demirtaş da ülkede kayda değer etkiler bırakmış durumda. AKP’nin Kürt Sorununa çözüm arayarak esnek politikalar uyguladığı dönem bir nevi iki-kutuplu bir dönemdi. O yıllarda “Türkiyeci” AKP ve HDP bir kutupta, “Türkçü” CHP ve MHP diğer kutuptaydı. HDP, genellikle Kürt toplumunun temsilcisi rolünü üstlense ve Kürt ayrılıkçılığını savunan kesimlerden tam anlamıyla kopuk olmasa da, bünyesinde Türkiye sosyalizminin önemli isimlerinden rahmetli Bülent Uluer ve Ertuğrul Kürkçü gibi insanları da bulunduran sol bir partiydi. Türkiye siyasetinde çevreci reflekslerin ve toplumsal cinsiyet eşitliği gibi değerlerin güç kazanmasına katkısı olduğu kesin. Ancak adını Kürt ayrılıkçılığı ve terörden tamamen uzaklaştırabilmiş olamaması hasebiyle tam anlamıyla bir “Türkiye partisi” de olabilmiş değildir. Cumhurbaşkanı adayı Sayın Demirtaş’ın seçim kampanyasını cezaevinde sürdürecek olması ise bu seçim döneminin tarihe en çok iz bırakacak yönlerinden biri olacaktır.

                                                                Türkiye’nin Kıbrıs politikası ne olacak? 

Kıbrıs’ta müzakere süreci ve büyük ölçüde de müzakere zemini şu an için buz tutmuş durumda. Adanın kuzeyi Türkiye’deki krizi birebir yaşıyor ve insanların alım gücü günden güne eriyor. Güneyi ise birkaç yıl önce içerisine düştüğü ekonomik girdaptan hızla uzaklaşıyor. Adanın kuzeyinde ekonomik krizden kurtulabilmek için Euro’ya geçilmesinden bahsedilirken adanın her iki tarafında da “iki ayrı devlet” ya da “konfederasyon” gibi tezler konuşuluyor. Kuzeyde kalıcı ayrılığın konuşulması, hatta resmi ağızlardan dile getirilmesi yeni bir şey değil. Güneyde kalıcı ayrılık ise henüz resmi ağızlarda yoğunlaşmasa da halk arasında her zamankinden fazla insanın bunu konuştuğu biliniyor. Peki, gerçekten kalıcı ayrılığa, yani bir şekilde uluslararası alanda tanınacak bir Kıbrıs Türk devletine doğru mu gidiyoruz? Öncelikle, tanınmayan devletler konusunda uzmanlaşan ve bu alanda dünya çapında bir duayen olan Profesör Dr. Eiki Berg’e göre, bir devlet kendisinden kopan topraklar üzerinde kurulan ama tanınmayan bir devletin “teslim olması” ya da ayrılıkçılıktan vazgeçmesi için zamana oynar ve bunu gerçekleştirebilecek siyasetler üreterek sabreder. Dolayısıyla, güney Kıbrıs’ın kurumsal zekâsının ekonomik açıdan dibe vurmuş olan bir kuzeyi kendi eliyle dünya siyasetine yasal bir devlet olarak sokmayacak kadar gelişmiş olduğunu dikkate almakta yarar vardır.

Türk tarafı federasyon tezini ilk kez 1950’li yıllarda masaya getirmiştir ve bu asla tesadüfi değildir. Kendi içerisinde Kürt Sorunu bulunan Türkiye Cumhuriyetinin kendi iç siyasetinde en kötü hal ve şartta esneyebileceği son nokta, ülkenin bölünmesindense devletin federal bir yapıya döndürülmesi olabilir. Türkiye Cumhuriyeti bu noktaya tarihi boyunca gelmemiştir ancak gözden kaçırılmaması gereken son derece önemli bir gerçek vardır. Bir dönemin Kıbrıs’taki resmi Türk tezi olan Taksim, yani adanın Türkiye ve Yunanistan tarafından paylaşılması 1956 yılında İngiltere tarafından önerilmiştir. Türkiye dışişleri daha Taksim’in dile getirilmesinden bile önce, 1955 yılında Kıbrıs’ta federasyon kurulması için çalışma yapıyor ve bu maksadını İngiliz hükümetine de açıkça ifade ediyordu (bakınız Niyazi Kızılyürek, Bir Hınç ve Şiddet Tarihi: Kıbrıs’ta Etnik Çatışma ve Statü Kavgası, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016, sayfa 129-130). Dolayısıyla, kendi içerisinde Kürt Sorununu yaşayan Türkiye’nin Kıbrıs’ta federal çözümü ya da çözümsüzlüğü kalıcı ayrılığa tercih ettiğini düşünmek hiç de mantıksız değildir. Yazıda değindiğim dört lider arasında “Kıbrıs’ta federasyonu boş verin biz kendi işimize gücümüze bakalım” yaklaşımını açıkça dile getiren tek kişi Sayın Akşener’dir. Sayın Demirtaş ve Sayın İnce federal çözüm konusunda istekli görünürken, Sayın Erdoğan’ın federasyon karşıtı olmadığı ancak federasyona erişilemeyecekse çözümsüzlükten çok da rahatsız olmayacağı iktidarda bulunduğu sürede yeterince görülmüştür. Dolayısıyla, mevcut şartlar federal çözüme erişilememesi halinde farklı bir model üzerinde müzakerelerin başlayabileceğini düşünmeye çok da elverişli değildir.

 

 

Dergiler Haberleri