Şurada uzun uzun ağaçlar var. Atatürk büstünün iki tarafında oldukça fazla sayıda çam ağacı. Bu ağaçlar o kadar fazladır ki sanki binanın gizlenmesi için özellikle uzamışlardır, onlar okulun aslını saklarlar, gölgesine düşerler. Tam girişte dursanız ve heybetli binaya baksanız, yağmur yağdığında görünmez olur çoğu kez... Görünmez.
Lisenin kapısından içeri girerken, hiç unutmuyorum, ilkokulda ailem okula çağrılmış ve sınıf öğretmenim anneme ve babama “bu çocuktan bişey olmaz, bence siz bu çocuğu okuldan alın” demişti. Annem ve babam birbirlerine bakmışlar, dönüp bacakları arasına gizlenmiş olan beni olduğum yerden çıkarıp, sonra da öğretmenimin bunu söyleyen kızgın bakışlarına doğru sükunetle bunu neden yapmayacaklarını anlatmışlardı. Öğretmen anlamamıştı.
Ben anladım. Bugün buradayım. Şu kapının önünde lise birinci sınıfta.
Hay aksi, zil çalıyor.
Bunları düşünmeyi bırakıp adamakıllı çalışmam gerek. Sınavım var iki gün sonra, yorgunum ve tedirginim. 14 yaşın devriyesi, aklın kargaşası, kan basıncı, daha neler neler. Sahi siz de çocuk oldunuz değil mi? Hatırlar mısınız ortaokul, lise yıllarınızı? Burada futbol, orada voleybol, tam büst önünde durup İstiklal marşını okuduğunuzu?
Sınıfa doğru giderken arkadaşlarla selamlaşıyoruz.
Nasılsın, napan, iyidir, maçı seyrettin mi? Geçtiğimiz gün İnönü Meydanı’nda on binlerce insan “Evet” mitingine katılmış. Diğer taraftan da “Hayır” diyenler bu hafta ayrı bir miting düzenleyecekler. Ülke derin bir ayrışmanın içinden geçiyor. Ben o çocuk halimle bile, sokakların renklendiğini, okula giderken çemberlerde insanların ellerinde pankart tuttuğunu, broşürler dağıttıklarını ve sloganlar attıklarını görünce inanılmaz bir heyecana kapılıyordum. Anneme ve babama soruyordum, nedir, ne olacak diye. Okulda da öğretmenlerimizin ara sıra daha yüksek sesle tartışmaya başladıklarına tanık oluyorduk. Gece ödevlerimi yaparken televizyon ekranlarında çok önemli insanların Annan Planı’nın sayfalarını durmadan çevirip birbirlerine aksini ispatlamak için yarıştıklarını görüyordum da, babam ve annem ciddiyetle dinliyor, ben hem gülüyor hem de içten içe bir huzursuzluk hissediyordum. Hiç unutmadığım bir anının verdiği bir huzursuzluk belki de, çalışmalıyım ve daha çok çalışmalıyım.
Yakında Annan Planı referandumu var. Sanırım gelecek ay. Çok az kaldı demişti annem.
Kırk kişilik sınıfın orta sırasında oturan arkadaşlardan biri silgi fırlatıyor, gülümsüyorum. Hoca dönüp bakıyor. Kaşlarını çatıyor. Arka sıralardan biri kıkır kıkır gülüyor. Kapının hemen yanında oturan kız dışarısını dalgın dalgın seyrediyor, sağ en köşedeki çocuk yanındakiyle bir işler çeviriyor, neyse.
Ders devam ederken aniden orta-ön sıralardan sevdiğim bir arkadaşım el kaldırıyor. Sınıfın çalışkanlarından.
“Hocam, bunları anlatıyorsunuz da ben başka bişey merak ediyorum”
“Ne merak ediyorsun dersin ortasında?”
“Herkes her yerde Annan Planı’nı tartışıyor. Biz tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Annan Planı kabul edilirse ne olacak?”
Bu soru, sınıfın ilgisini çekmiş olacak ki, herkes ağzı açık öğretmene bakıyor. Dışarısını seyreden kız bile saçlarını toplayıp beklemeye koyuluyor. Arkalardan gelen sesler de kesiliyor, pür dikkat çocuk gözlerimizle öğretmenimize bakıyoruz.
“Ne mi olacak?”
“Evet hocam, kabul edilirse ne olacak?”
Öğretmen kara tahtanın önünden çekilip, masasına doğru ilerliyor. Tebeşirleri masaya bırakıyor, kitabı kapatıyor. Gözlüklerini burnunun hizasına getirip, göz ucuyla ve çatık kaşlarla sınıfı süzmeye başlıyor.
Bakışları benim üzerimde kilitleniyor. Ben korkuyorum. İçimi bir huzursuzluk kaplıyor.
“Sen Türkiyelisin, kalk ayağa!”
“Ben mi hocam?”
“Evet sen.”
Ellerim titriyor birden, elimdeki kalemi bırakıp ayağa kalkıyorum. Yanımda oturan arkadaşım da ne yaptın dercesine bana bakıyor.
“Sen Ayşe, sen de ayağa kalk. Mehmet, Kemal, Hasibe, Aynur, Muhammet sizler de ayağa kalkın!”
Ayaktakiler bir birimize bakıyoruz. Ne oluyor, neden ayaktayız? Soru işaretleri, bilmiyorum diyen kısık konuşmalar. Öğretmen hafifçe gülümsüyor. Sağ kolunu kaldırıp işaret parmağıyla beni gösteriyor.
“İşte” diyor:
“İşte, Annan Planı kabul edilirse, bu ve bunun gibiler bu adadan gidecek!”
Üşüyorum. Sanki bir el boğazımı sıkıyor. Bir yumruk kalbime iniyor. Annem ve babam. Kardeşim. Donuyorum ve aynı zamanda terliyorum. Bütün o gözler dönüp bize bakıyorlar. Sıra sıra, iğne iğne, acı acı, sert sert.
“Oturun!”
“Anladınız mı kabul edilirse ne olacak?”
Sınıftan “Anladık” diye cevap geliyor.
Ben yavaşça yerime oturuyorum. Çöküyorum adeta. Kendimi hayatım boyunca bu kadar aşağılanmış, dışlanmış, hor görülmüş hissetmedim.
Ben burada doğdum. Çocukluğum Kapalı Maraş’ın dikenli tellerine takılarak geçti, bu şehrin havasında büyüdüm. Annem ve babam çok küçük yaşta buraya geldiler. Benim Türkiye’de hiç arkadaşım olmadı, yok. Orada hiç okula gitmedim ve hiç anı biriktirmedim.
Sınıfın ders sonu dağılmasını bekledik. Ayakta bekletilenlerin dışarı çıkmak yerine oturup bir süre birbirimize baktığımızı hatırlıyorum. Sonra evlerimize gidişimizi. Ve bir daha ayrılmayacak olmamızı. Bir gün önce beraber sohbet ettiğimiz arkadaşlarım yok artık yanımda, kaçıyorlar benden, uzak duruyorlar, kötü kötü bakıyorlar. Futbol maçına çağrılmıyorum, arkamızdan fısıldaşanlar artıyor ve ben artık kendimi iyi hissetmiyorum.
Bu anımı neden mi anlattım? Bu gerçek, yaşanılan ve her zerresini gerçekten hissettiğim anıyı? Adımı vermeyeceğim, soyadımı, hangi lisede okuduğumu, hangi üniversitede hangi bölümden mezun olduğumu ve şu anda ne iş yaptığımı da. Vermeyeceğim ki, benim annem ve babam sadece Türkiye’den geldikleri için beni rahatça yargılayabilesiniz, özgürce cezalandırıp, dışlayasınız diye.
***
Bu ülkede emek kavgası veren herkesin doğum yeri neresi olursa olsun burada yaşamaya hakkı var. Bu ülkenin kendi değerlerini, ilerici ve Batı’ya dönük yüzünü kabullenmeyen ve Kıbrıs’ı kendi değerleriyle dönüştürmek, değiştirmek isteyen ve gericiliği kendine pusula edinmiş kişilerle olmalıdır derdimiz. Kendi iradesini seçim zamanı oy için satan, bu ülkenin her yerinde suç olaylarının arttığı bir ortamda şiddeti daha da körükleyen, statükoyu besleyen, düşmanlık ve nefret dilini kullanarak ırkçılık yapanlara ve insanları her kim olurlarsa olsunlar ayıranlarla bu topraklarda işimiz yok.
Siz etnik kimlikleri oy için kullananlar, ötede durun. Bize sadece bu topraklarda barışı kuracak insanlar gerek.
Sadece insan gerek.
Not: Bu gerçek, yaşanmış ve acı hikayeyi bana anlatan ve ismi bende mahfuz olan değerli arkadaşıma teşekkürlerimi sunuyorum.