Türkiye geçtiğimiz hafta çok önemli bir referandum yaşadı. Yönetim biçimini parlamenter sistemden partili cumhurbaşkanlığı hükümeti olarak değiştirmeyi hedefleyen radikal anayasa değişikliği uzun yıllar konuşulacak şaibeli bir referandumun ardından %51.41’lik bir destekle kabul edilmiş sayıldı.
Türkiye demokrasisi şimdi çok zorda diyecektim ki, zorda olmadığı zamanların olmadığı aklıma düştü. Tek partili dönemde mi demokrasi vardı? Yoksa darbelerle kesilen çok partili dönemde mi?
Yine de demokrasisizliğin farklı dönemlerde taşıdığı farklı özellikleri tanımlamakta yarar vardır. Bu, nasıl bir demokrasisizlik sorunu ile karşı karşıya olduğumuzu anlamak için elzemdir.
Örneğin, Türkiye tek partili dönemde (1923-1950) “halksız” elitlerin yönetimi altındaydı. Onların demokrasi değil “medeniyet sorunu” vardı ve toplumu kafalarına göre “medenileştirmek için” halkı yok sayıyorlardı. Bu yüzden tercihleri halkın siyasete katılımı değil “Muasır Medeniyet” adına şekillendirmesi oldu. Çünkü halk “bilmiyordu”, “reşit” değildi ve vasiye ihtiyacı vardı.
Böylesi bir anlayışın hükmettiği bir ortamda demosun (halkın) hükmünden, yani demokrasiden elbette söz edilemezdi.
Çok partili döneme geçerken “yeter söz milletindir” diyen yeni siyasi elitler “milli iradeye” gönderme yaparak halksız elitlerin kurduğu düzende geniş toplum kesimlerinin desteğini alarak kendilerine yer açtılar.
Fakat yukarıdaki vesayet rejimi ile aşağıdaki geniş halk tabakalarının arasında sıkışıp kaldılar. Bazen “milli irade” dediler bazen de değişmez “Atatürk ilkelerinden” söz ettiler. Düşe kalka vaziyeti idare ettiler, ancak bıçak-ağzında hükümet edebildiler ve günü geldi asıldılar, hapse atıldılar.
AKP’nin iktidara gelmesinden sonra (2003), daha doğrusu iktidar koltuğunu sağlamlaştırmasından sonra (2007), Türkiye yepyeni bir olgu ile karşı karşıya geldi. Halkın iradesi “milli irade” olarak fetişleştirildi ve halk kavramına dışlayıcı bir “yerelliğe” ve dinsellikten mülhem “milliliğe” dayalı yeni bir içerik kazandırıldı.
Bu anlayışta halk, yurttaşların tümünü kapsayan siyasal bir kavram (demos) değil, etnik-dinsel-kültürel bir kümeyle, belli kodlarda yaşam-biçimini sürdürenlerle sınırlı bir kavramdır.
Hannah Arendt’in sözünü ettiği, “hak sahibi olmaya hak sahibi olanların oluşturduğu yurttaşlar toplumu” yerine, cemaatçi bir halk anlayışı geliştirildi ve halk, dini-kültürel bir hayali kategoriye indirgendi.
Bu “hayali cemaatin” dışında kalanlar, halka “yabancı” olan “dejenere” kimseler olarak görülüyor.
Almancada “halk-cemaati” anlamına gelen Volksgemeinschaft sözcüğünün anlatmak istediği gibi, halk, milli, yerel ve organik bir öz olarak yeniden tanımlanıyor. Bu “ruhu” temsil edemeyenler hayali kurgunun dışında kalıyor ve hak sahibi olmaya hak sahibi olan kişiler olarak görülmüyor.
Kısacası, artık halk siyasi bir oluşum, yani yurttaşlar topluluğu değil, siyasi oluşumların onun üzerine bina edildiği dinsel-kökene ve yaşam-biçimine dayalı bir cemaattir.
Bu söylemde halk, demokrasilerde olduğu gibi, devletin için yerleştirilmez, üstüne yerleştirilir ve devletin “efendisi” sayılır.
Böylesi bir “halk-cemaati” anlayışı ister istemez bölücü ve dışlayıcıdır. Yurttaşların tümünü kapsamadığı gibi, organik halk-cemaatinin dışında kalanlar yurttaştan sayılmazlar. Onlar kağıt üstünde yurttaştırlar ama “ruhları” “halk-cemaatinin ruhu” ile örtüşmediği için, yurttaş olarak görülmezler.
Otoriter öğelerle popülist retoriğin iç içe geçtiği bu kurguda “gerçek halkı” temsil etme iddiasında olanlar, halka “yabancılaşmış” olanların yurttaşlık haklarına saygı duymazlar.
İşte, Yeni-Türkiye böyle bir yerdir. Yeni türden bir demokrasisizlikten muzdariptir ve her zamankinden daha fazla bölünmüştür...