Geçen hafta Kıbrıs’ta Girne, Lefkoşa sokaklarındaydım. Döner dönmez Anadolu’nun en doğusuna yol aldım. Bayburt, Erzurum ve Ardahan’ı dolaştıktan sonra bu yazıyı Kars’ın serinliğinde yazıyorum. Yolum uzun daha… Iğdır’a, Ağrı’ya, Erzincan’a, oradan Ankara ve Samsun’a uzandıktan sonra İstanbul’a dönüp yine hemen yola çıkarak bu kez Ege’ye gideceğim.
Gittiğim her kentte yeni yüzler, yeni hikâyeler, yeni sözler katıyorum hayatıma. Zamanla yüzler, sözler ve hikâyeler birbirine karışıyor. Kıbrıs-İstanbul-Kars hattında ülke ve dünya gündeminin tek tek insanlar nezdinde nasıl izlendiğini; hayatı kimin hangi hassasiyet ve önceliklerle algıladığını gözlemlemek ilginç. Bu kadar geniş ve fakat birbirine bu kadar yakın bir coğrafyada birbirinden bu kadar uzak ve hatta birbirine bu kadar yabancı hayatların yaşanmakta olduğunu görmek sarsıcı…
Hoca Nasreddin’e “dünyanın merkezi neresi” diye sormuşlar, o da ayağının bastığı yeri gösterip “aha işte burası” demiş ya, o hesap… Dünyanın merkezi kimine göre İstanbul, kimine göre Lefkoşa, kimine göre Kars, Ardahan… Herkes durduğu yeri dünyanın merkezi kabul ediyor.
Doğru; gelişen teknoloji, haberleşme ağı artık dünyanın en ücra köşesindeki olayı bile anında duymamızı, haberdar olmamızı sağlıyor ama haber bombardımanı altında “tek tek olayların ağırlığını hissetmek” başka bir şey… Ekranlardan, internet aracılığıyla haber aldığımız kaynaklardan akan bilgiler her ne olursa olsun içinde bulunduğumuz, yaşadığımız, bileşeni olduğumuz mekânın meselesi kadar güçlü hissettirmiyor kendisini. Daha çok bir film izler gibi izliyoruz uzaklarda olup biteni. Ama herkes, ancak yaşadığı ülkenin, bölgenin, kentin, sokağın derdini tasasını gerçekten etinde hissediyor.
Kıbrıslı dostlar heyecanla Gezi’yi soruyorlar örneğin. Anlatmaya çalışıyorum. Ekranlarda izlediklerinden daha derinlikli anlatamadığımı hissediyorum. Tıpkı önceki akşamın Lefkoşa İnönü meydanı gibi…
Ardahan’dan İnönü meydanını izlemeye çalışmak da hoş bir deneyim. Kaç kez yaşadım İnönü meydanındaki coşkuyu ben de hatırlamıyorum artık. “Uzakta olmak”, “uzaktan izlemek” tatsız bir şey. Oradayken meydanın ruhunu, sallanan bayrakların insanı yükselten tuhaf hışırtısını, sloganları oradaymış gibi hissetmeye çalıştım ama ne çare… Ancak soğuk bilgisayar ekranından hissedebildiği kadarıyla yetinmek zorunda kalıyor insan. İnönü’yü doldurmaya kalkışma cesaretini gösterecek babayiğit yok Kıbrıs’ta… İşte her seferinde en kötü günlerde bile İnönü meydanınında ısrar eden ve doldurabilen tek bir parti var…
Ekrandan, fotoğraflardan kestirmeye çalışıyorum kalabalığı. İyi görünüyor… Hayli iyi üstelik… Bir yanım seviniyor, bir yanım kederleniyor. Sessizce bu kalabalıkların bu kez umuda sonuna kadar sarılmasını diliyorum. Biliyorum ki umut kadar beklentiler de büyük. Beklentilerin, umudun önüne geçmemesini diliyorum içimden… Zorlu, dikenli bir yol var çünkü Kıbrıslı Türklerin önünde. O yol kadar uzun bir sabırlı mücadeleye de ihtiyaç var ama… Kolay değil on yılların çöpünü pisliğini temizlemek. Kolay değil bir enkazdan aydınlık bir memleket yaratmak. Geçen sefer sabredememişti bugün İnönü’de bayrak sallayan kalabalıklar. Umarım bu kez, aslında kendilerini cezalandırdıklarını ve önlerinde uzun bir yol olduğunu unutmadan uyanırlar 29 Temmuz sabahına…
Nereden nereye atladım bakar mısınız? Yazı böyle işte… Akarken kendine bir yol buluyor. Hissetmek diyordum ya, işte o kadarını hissedebildim önceki akşam Ardahan’dan Lefkoşa’yı izlerken. Orada olmak, “etinde hissetmek” ayrı şey…
Yıllar önce, Kürt illerinde şiddet kol gezerken İstanbul’dan ahkâm kesen bana o sıralarda Kürt illerinden birinde yaşayan dostum “burada olup bitenleri gerçekten anlayabilmen imkânsız” demişti. “Ne zaman ki şiddet İstanbul sokaklarında kol gezmeye başlar, işte o zaman etinde hissedersin acıyı” diye eklemişti. Doğruydu, 30 yıl boyunca ülkenin batısı, Kürt coğrafyasında yaşanan acıyı ve şiddeti “uzaktan” izledi durdu. Belki bunun için çözüm bunca zaman gecikti. Belki bunun için binlerce Türk ve Kürt çocuğu canını yitirdi.
Kürtlerin Botan, Türklerin Doğu Anadolu diye bildiği, şimdilerde şiddetin en azından silahlı yüzünün hissedilmediği bölgede dolaşırken 80’li, 90’lı yıllarda buralarda yaşanan acının izlerini yakalamaya çalışıyorum.
Şiddetin silahlı yüzü artık görünmüyor olabilir ama bir tek silahlı yüzü yok ki şiddetin? Toplumun kılcallarına sinmiş her türden şiddet, coğrafya farkı gözetmeksizin kendini hissettiriyorken; burada daha da derin, daha da sarsıcı hissettiriyor. Göz alabildiğine bereketli, cömert, göz kamaştırıcı topraklarda dolaşırken insanların bunca yoksulluğunu, mahzunluğunu, çaresizliğini anlamlandırmaya çalışıyorum.
Rakamlar çoğu kez kuru ve soğuk olsa da suyun şişesinin 75, çayın bardağının 50, sütün ise kilosunun 50 kuruşa satıldığını öğrenmek sarsıyor. Etin üreticiden 5 liraya çıktığını, İstanbul’daki sofraya 35-40 liraya ulaştığını öğrenmek irkiltiyor. Üreticinin neden üretmekten vazgeçtiğini, yoksulluğa nasıl mahkum edildiğini yerinde görmek insanın canını yakıyor.
Bir Ardahan’lı kederimden etkilenmiş olmalı ki elimi avucuna alıp gözlerini gözlerime dikerek “hani o İstanbul sokaklarında gördüğünde yolunu değiştirdiğin tinerci, kapkaççı çocuklar var ya, işte onlar bizim çocuklarımız Sinan kardeş” diyor üzüntüyle. Tutamıyorlar çocuklarını burada. Nasıl tutsunlar ki? Konuştuğumuz herkes dertleri sayıp döküyor. Çare? Çare aslında belli… Yerinden yönetim! İş dönüp dolaşıp Ankara’da kilitleniyor çünkü. Kendisini dünyanın merkezi kabul eden Ankara, oturduğu yerden memleketin tüm meselelerine kendinden menkul çözümler üretiyor. Oysa kendine özgü sorunlar ve kendine özgü çözümler barındıran her kent, her bölge Ankara’nın emirleri karşısında kendi çözümlerini üretemez hale geliyor. Türkiye’de de böyle, Kıbrıs’ın Kuzeyinde de böyle…
Artık değişmeli bu… Daha fazla nesli heba etmeden… Daha fazla insanı mutsuz etmeden…
Ardahanlı elimi avucuna alıp “kardeş” dediğinde de, Kıbrıslı gözümün içine gülümseyip “gardaş” dediğinde de içim buruluyor. Türkiye’nin doğusunu da Kıbrıs’ın Kuzeyini de aynı buruklukla hissetmek ve kardeşlik bağıyla kucaklanmak insanın yüreğini eziyor.
Kimse bu kadar hırpalanmamalı artık… Kimsenin buna hakkı yok…