Berlin’de Bilim ve Politika Vakfı’nın düzenlediği yıllık değerlendirme konferansı geçtiğimiz günlerde toplandı ve ağırlıkla Avrupa Birliği’ni ilgilendiren konuları ele aldı.
Bu vesileyle, Almanya’nın seçim sonrası havasını koklama imkanı buldum. Almanya’da şu sıralar en çok konuşulan konu, “Jamaika Koalisyonunun”, yani Hristiyan Demokratlar, Yeşiller ve Liberallerden oluşacak koalisyon hükümetinin kurulup kurulamayacağıdır. Bu konuya paralel olarak, bütün kulis ve panellerde dile getirilen diğer bir konu ise, böyle bir koalisyon hükümeti kurulursa Yeşillerin başkanı Cem Özdemir’in dışişleri bakanı olup olmayacağıdır.
Almanya’da Cem Özdemir’in isminden saygıyla söz ediliyor. Özdemir’e sempati besleyenler, kendi partisinin üyelerinden kat kat fazladır. Aslında Özdemir, demokrat duruşu ve ilkeli siyasi tavırları ile eskiden beri Almanların sempatisini kazanmış biridir ama sanırım son zamanlarda Türkiye ile Almanya arasında yaşanan gerginlik esnasında takındığı tavırlar, insan hakları ihlallerine karşı sesini yükseltmesi, kendisine duyulan saygıyı artırmıştır. Cem Özdemir’in dışişleri bakanı olma ihtimalini Almanların sevmesi, biraz da bundandır.
Bilim ve Politika Vakfı’nın konferansına dönersek, konferansta, AB’nin güvenlik politikalarının güçlendirilmesi, AB ordusunun kurulması ve Macron-Merkel ikilisinin daha güçlü bir AB için adım atmasının yanı sıra, Türkiye-AB ilişkileri ve Türkiye dış politikası da konuşuldu.
Türkiye’nin dış politikasında önemli gerilemelerin yaşandığı yadsınamaz bir gerçektir. “Arap Baharı” esnasında bölgenin süper gücü olmaya heveslenen Türkiye giderek önemli oranda zemin kaybetti.
Gelinen aşamada Türkiye oyun kurucu olmaktan çok, kurulan oyunlara tepki veren bir ülkedir. Bağımsız bir Kürt devletinin doğmasını engellemek için manevra yaparken, hem tek müttefiki Barzani’yi kaybetmek, hem de İran’ın nüfuzunun artması tehlikesi ile karşı karşıya gelmektedir.
Batı dünyası ile ilişkileri ise son derece sorunlu bir hal almıştır. ABD ile yaşanan gerilim ortadadır. AB ile ve tek tek AB üyesi ülkelerle yapıcı diyalogdan çok uzaktır. Durum öyle bir noktaya gelmiştir ki, AB ile ilişkilerin askıya alınması için ilk hamleyi kimin yapacağı konuşulmaktadır. AB, “tercihi” Türkiye’ye bırakma eğilimindedir. AKP Türkiye’si ise, bu hamlenin AB’den gelmesini beklemektedir.
İşte böylesi bir ortamda başlayacak Gümrük Birliğini genişletme müzakerelerinin nasıl bir sonuç vereceği tam bir muammadır. AB, Türkiye’nin insan hakları karinesinde düzeltme olmadan Gümrük Birliğini genişletmeye çok sıcak bakmıyor. Bu Kıbrıs için oldukça kritik bir noktadır, çünkü bazıları Kıbrıs’ta çözüm açısından Gümrük Birliğinin genişletilmesini “pencere kındırığı” olarak görüyor.
Maalesef kapılar sonuna kadar açıkken çözüm yapamayanlar, şimdi bir “pencere kındırığı” bekliyorlar...
Daha vahim olan durum ise şudur: hiç kimse Kıbrıs Sorununu konuşmak istemiyor! Sadece konferansta değil, her yerde... Örneğin yarım asırdan beri Kıbrıs Sorununu takip eden gazeteci arkadaşımla buluştuğumuzda ağzından çıkan ilk cümle, “sakın, Kıbrıs Sorunu konuşmayalım” olmuştu. Benim yanıtım, onunkine benzerdi. Vurguyu güçlendirerek “sakın ha...” dedim...
Doğu Akdeniz’de kendi daracık dünyasına hapsolmuş siyasi elitlerin bundan bir ders çıkaracağını zannetmiyorum...
Türkiye’nin dış politikasında neler oluyor diye konuşulurken, aklıma siyaset bilimci ve dış politika uzmanı Prof. İlhan Uzgel’in değerlendirmesi geldi. Uzgel, 26 Aralık 2016 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan mülakatında şöyle diyordu: “Türkiye’nin hiçbir zaman dış politikası, istihbaratı, güvenlik gücü hiçbir şekilde komşu ülkelerde rejim devirmeyi gerçekleştirebilecek bir yapılanma içinde olmadı. Yani böyle bir deneyimi yok. Türkiye’nin kendi sınırları dışında tek nüfuz edip kontrol edebildiği siyasi coğrafya Kıbrıs'tır. Onun dışında hükümet değiştirebilecek kapasitesi, yeteneği yoktur.”
Kuzey Kıbrıs’ta hükümet edenler ve hükümet etmek isteyenler Prof. Uzgel’in bu değerlendirmesini akıllarından hiç çıkarmasınlar...