Türkiye’nin Seçimi

Yücel Vural

Türkiye’de yapılan cumhurbaşkanlığı ve milletveklliği genel seçimlerinde korkulan oldu.

Türkiye’ye demokrasiyi uygun bulanlar açısından umut edilen şey, muhalefetin kazanacağı ve böylece otoriterleşme sürecini durdurarak, demoktratikleşmenin önünün açılacağı bir sonuçtu.

Önemli bir fırsat yitirilmiş görünüyor.

AK Parti ve lideri oy kaybetmesine rağmen, seçmen üzerindeki denetimini büyük ölçüde korumaya devam ediyor.

AK partinin yerinde kaldığı ve liderinin ikinci turda zafer ilan ettiği koşullar, demokratikleşmeye bel bağlayanlar için kesin yenilgi anlamına gelmese de, Türkiye’nin demokratikleşmesinin başka bir bahara kalması kesinleşmiş olacaktır.

AK partinin başarısı, muhalefeti destekleyen seçmenleri kazanmasında değil, kendine oy vermis seçmen kitlesinin önemli bir bölümünün muhalefete kaymasına engel  olmasındadır.

Aslında, otoriter hakim parti sistemine dönüşmüş Türkiye’deki siyasal rejimin, seçimlere rağmen devam etmesi yönünde uygun koşullar bulunmaktaydı.

Bu koşulların en başında, AK parti ve liderinin iktidarı devretmeyeceğine, böyle bir olasılığın sandıkta ortaya çıkması durumunda bile direneceğine dair güçlü mesajları vermiş olması gelmektedir.

AK parti ve liderinin sadece söylemi değil, eylemi de bu yönde bir stratejinin var olduğunu göstermektedir.

Neredeyse bir parti aygıtına dönüştürülen devlet yapılanması üzerinde yaygın bir denetime sahip olan AK parti ve liderinin, halkın sandık başına gideceği 14 Mayıs’ı darbe girişimi olarak nitelendirmesi ve darbeye müsaade edilmeyeceğini ilan etmesi, AK partiye oy vermeye alıştırılmış seçmen kitlesinin büyük bölümünün yerinde saymasına yol açmıştır.

Muhalefete terörist muamelesinin yapıldığı bir ortamda, orta halli bir entellektüel birikime ve yüksek otoritaryan geleneklere sahip bir siyasal elitin etkisindeki seçmen kitleleri terörizme destek olamazdı!

Muhalefetin korkutulup-sindirilmesi amacına da hizmet eden bu strateji, ilk kez bu seçimlerde AK partiye  oy veren seçmen kitlesine karşı ikna edici bir şekilde kullanılmıştır.

Dolayısıyla seçim yarışı, bir yönüyle ‘devlet’i temsil aden AK parti lideri’ ile ‘devleti yıkmaya çalışan muhalefet’ arasında bir mücadele gibi sunulmuş ve AK partiye oy veren seçmenlerin büyük bir bölümü üzerinde etkili olmuştur.

Devlet aygıtının bir propaganda aracı gibi kullanılarak, muhalefetin terörle ilişkilendirilmesi ve 14 Mayıs’ın bir darbe girişimi olarak sunulması ısrarla öne çıkarılan bir strateji olmuştur.

Muhalefetin ‘savaşa değil, seçime gidiyoruz’ çırpınışı bile seçmenin önemli bir bölümü tarafından anlaşılamadı.

Otoriter devletlerin hiçbirinde seçimler ne gerçek bir rekabet ortamında, ne de adil bir şekilde yapılmamaktadır.

Seçim olarak ortada görünen süreç, iktidar partisiyle muhalefet arasında gerçekleşen yarı-rekabetçi bir yarıştır.

Yarı-rekabetçi seçimlerin ayırtedici özellikleri, devlet aygıtının iktidarda kalmayı garanti altına almak isteyen iktidar partisi tarafından pervasızca kullanlması, muhalefetin sesinin duyulmaması için basının denetim altında tutulması, seçim yönetiminin yansız bir Seçim Kurulu’nun değil  iktidar partisinin denetiminde olması ve gerektiği hallerde sandıklarda manipülasyon yapılmasıdır.

Bu nedenle muhalefetin ‘sandıklarda güller açacak’ söylemi gerçekçilikten uzak olmasının yanı sıra, mevcut sorunları kamufle etmekten başka bir işe yaramamıştır.

Türkiye örneğinde patron, Karadeniz’de bulduğunu söylediği doğal gazı, Gabar dağında çıkardığını haykırdığı ve televizyonlarda görüntüsünü paylaştığı petrolü, işsiz öğretmenin iş bulma umudunu, depremde herşeyini kaybedenlerin tüm umutlarını, dar gelirlinin ve emeklilerin daha iyi üçret-maaş beklentisini, bağımsızlığı IHA-SİHA’ların kanatlarında gören milliyetçi neslin anti-Amerikan, anti-Batı düşlerini ve benzerlerini müşterinin hizmetine sunacağını belirterek oya dönüştürmeyi ve bu yolla yıkılmamayı başarmıştır.

Yarı-rekabetçi seçimlerde devlet ile vatandaş arasındaki ilişkiler bir patron-müşteri ilişkisine dönüşmektedir.

Bu patron-müşteri ilişkisinde seçmenin, patronun beklentileri dışına çıkması oldukça zordur.

Tüm bu özellikler Türkiye’de, AK partinin ikinci döneminde yapılan tüm seçimlerde etkili olmuştur.

Benzeri hakim partili otoriter sistemlerde muhalefetin, bir değişim sürecini başlatması genellikle iki şekilde mümkün olmaktadır.

İlk seçenek, iktidar içinde demokratik muhalefetle işbirliği yapmaya hazır ve otoriter uygulamalar yerine demokratik açılımlara yönelen bir grubun ortaya çıkmasıdır.

Ortaya çıkacak bir liberalleşme eğilimi, sonunda sandık aracılığla değişimin de önünü açmaktadır.

AK parti içinde böyle bir kesimin ortaya çıkmadığı, parti içi muhalefetin kendini kapı dışında bulduğu,

lidere kayıtsız şartsız itaatin geçerli olduğu apaçık meydandadır.

Geriye kalan alternatif ise siyasal sistemde yaşanacak olan bir kırılmadır.

Türkiye gibi bir ülkede böyle bir gelişmenin oldukça dramatik sonuçlarının olması çok muhtemeldir.

Yine de, tercih edilmesi Türkiye halkı için daha olumlu olan şey, önce muhalefetin varlığına alışan, sonrasında da muhalefetin demokratik taleplerine kulaklarını tıkamayan bir siyasal iktidarin oluşması veya o yöne doğru evrilmesidir.