Umut Bozkurt
Yaş aldıkça şu dünyaya dair bir iki şeyi çözdüğünü düşünüyor insan. Ama aslında hayatta sınıf atlamak çok güç… Hayata daha geniş bir ufuk içinden bakmaya çalışmaktır benim için sınıf atlamak. Kendi imtiyazlı hayatının dışına çıkıp başka hayatlara bakabilmek, onları gerçekten anlayabilmek... Oysa çoğu insan sınıf atlayacağına aynı sınıfı yıllarca tekrar edip duruyor. Birinci sınıf ezberleri, ikinci, üçüncü sınıfta işe yaramıyor; çünkü hayat bundan fazlasını bekliyor sizden. Çoğu insanın fikirleri yıllar geçtikçe daha da kemikleşiyor. Kendi durduğu yerin konforu içinden hayata bakmaya, öyle yaşamaya alışıyor. Başka gerçekleri, başka hayatlar süren insanları, başka hikâyeleri anlayamıyor.
Bu yazki Güney Afrika gezimde en nihayet bir şey kafama dank etti. Nelson Mandela’nın on sekiz yılını geçirdiği Robben Adası’ndaki hapishaneyi ziyaretimde aslında çok az insanın kendi hayatını, konforunu, egosunu bir tarafa bırakarak hayatta bir şeyler için mücadele etme cesareti olduğunun farkına vardım. Mandela, tam yirmi yedi yılını bir tutsak olarak geçirdi, avukatlığı bir tarafa bıraktı, taş kırmaktan gözleri zarar gördü. Ama yine de yılmadı. Aramızda büyük düşleri olan, hayatı değiştirmeyi isteyen, okuyan, yazan, aktivist olan nice insan vardır. Ama kelle koltukta bir mücadeleye girişebilen, kendini boş verip her şeyini bir mücadeleye adayabilen çok az insan. Slavoj Zizek tam da bunun altını çiziyor o bilgece sözleriyle: “Pek çok solcu akademisyen bugün bir gerçekle yüzleşme anı yaşıyor; gerçek bir dönüşüm istiyordunuz, işte buyurun, alın. Hissiyatları şu yönde; bir devrim oluşacaksa bu Küba’da, Nikaragua’da, Venezuela’da, yani hayatlarımıza güvenli bir mesafede ortaya çıkmalı ki, bir yandan uzaktaki bu direnişleri düşünüp heyecanlanırken bir yandan da akademik kariyerimi ilerletebileyim.”
Hayatı değiştirmeyi hayal eden ama buna cesaret edemeyenlerden daha kötüsü vicdanını susturan, karşısındakinin hikâyesine kulak veremeyen, bir ömür ezberlerini bozamayanlardır. Kendi haklılığından bir an olsun şüpheye düşmeyen, kendi mağdurluğunu bir bayrak gibi taşıyan, kendinden emin mutlu çoğunluk söz ettiğim... PKK’nin siyasi kolu olduğu iddia edilen “KCK’yi” tasfiye etmeye yönelik tutuklamalar ve askeri operasyon ardından bu kendinden emin, davasından bir an bile şüpheye düşmeyen çoğunluk yeniden sahnede. Çoğu eş dost tanıdık bağlantıları sayesinde askerliğini Doğu’da yapmamış, muhtemelen bir kez bile Doğu’ya uğramamış, bir Kürt’le arkadaşlık kurmamış sözüm ona eğitimli insanların “terörün başı ezilmelidir”, “teröre müsamaha edilemez” sözleri gittikçe daha da kızdırıyor beni. En çok da bu olayı bir “terör” hadisesine indirgemeyi yadırgıyorum. Bunu terör diye tanımladığınız noktada bu şiddet eyleminin ardındaki dinamikleri görmezden geliyor, eylemi, gözü dönmüş, aklından zoru olan ya da beyni yıkanmış teröristlerin bireysel bir saldırısı olarak nitelendiriyorsunuz. Oysaki gencecik yaşında bir insan kendini durup dururken neden havaya uçursun? Kaçımız inandığımız şeyler uğruna kendi hayatımızdan vazgeçebiliriz? Bunun ardında büyük bir öfke, büyük bir haksızlık duygusu olmasa insan kendinden vazgeçebilecek denli gözünü karartabilir mi?
Teröre karşı askeri çözümü salık verenler, eğer vatanı kurtarmaya onca meraklıysalar kendi hayatlarını ortaya koysunlar. Bir kampanya başlatsınlar, evlerini, arabalarını, ailelerini, kariyerlerini bırakıp Doğu’ya gitsinler. Türk olsun Kürt olsun binlerce yoksul gencin hayatları üzerinde kumar oynamaya benzemez bu. Yüreği ateşle kavrulan, çocuklarını bu gencecik yaşta toprağa veren aileleri şehitlik payeleri vererek teselli etmeye de.
Uzun zamandır Türk Milliyetçiliği kadar Kürt Milliyetçiliği de rahatsız ediyor beni. Murat Karayılan’ın idaresinde bir PKK’nin yaratmaya muktedir olduğu yıkımı, ölümleri, ölenlerin ardından hayatı bir harabeye dönenleri düşününce herkes gibi ben de öfkeleniyorum. Ama çözüm yıllardır denenen ve ölümleri durduramayan askeri yöntemler olmamalı, onu da biliyorum. PKK, nihayetinde 1980 darbesinin yarattığı bir Frankenstein’dır; ılımlı Kürt grupların tasfiyesi, Kürt entelektüellerinin Diyarbakır Cezaevi’nde maruz kaldığı akıl almaz işkenceler sayesinde öfkeyle bilenenlerin adresi olmuştur. 1980 darbesinden önce diğer Kürt grupları arasında kendine bir alan açmaya çalışan PKK, ancak darbeden sonra yükselişe geçebildi. Darbenin üstünden tam otuz bir yıl geçti, sorun halen çözülemedi, ölümler durmadı. Bu acı gerçek bile bazılarını “terörü bitirmek” konusundaki iddialarından vazgeçiremiyor.
PKK’nin siyasi kolu olduğu olduğu iddia edilen KCK karşıtı operasyon, Barış ve Demokrasi Partisi’ne gözdağı vermek, hatta onu tasfiye etmek maksatlarıyla uygulamaya konmuş gibi görünüyor. BDP Anayasa Hazırlık Komisyonu üyesi Prof. Büşra Ersanlı’nın gözaltına alınması niyetin muhalif sesleri ne pahasına olursa olsun susturmak olduğunu gözler önüne seriyor. O kendi davasından bir an olsun şüpheye düşmeyen çoğunluk, şimdi içten içe seviniyor, “hak yerini buldu” diye düşünüyor biliyorum. Yine senelerdir terennüm etmekten yorulmadıkları ezberleri hayatlarına kılavuzluk ediyor, yine sokaklarda bağırıyorlar: “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez”.
Oysa bu kör inat, bu kör dövüşü sürdükçe her geçen gün birileri daha ölüyor. BDP üyelerinin tutuklanmasının ardından Diyarbakır yine kaynıyor, yine mitingler, yine güvenlik güçleriyle taşlı sopalı çatışmalar... BDP’yi de resmin dışında bırakır, PKK’nin son saldırıları ardından “Benim İçin Öldürme” kampanyası başlatan ılımlı Kürtleri de düşmanlaştırırsanız, meydan Karayılan’a kalır, nefret büyüdükçe şiddet tek iletişim biçimi haline dönüşür.
Şu süreçte ölümleri durdurmanın tek bir yolu var. BDP üyelerinin de katkılarıyla demokratik bir Anayasa yapmak, demokratikleşmenin önündeki engelleri, örneğin Kürtlerin meclise girişini engellemek için koyulan yüzde 10 barajını kaldırmak. Meseleyi bir azgelişmişlik sorununa indirgemeden ama sınıfsal boyutunu da gözardı etmeden bölgesel eşitsizlikleri ortadan kaldırmak. Kürt hareketi içinde ayrılıkçı olanlar kadar demokratik haklar talep eden, bu yönde mücadele edenler de var. PKK’nin şiddetinden rahatsızlık duyanlar da. PKK’nin Kürt hareketi içindeki tekelini kırmak ancak uzlaşmacı yöntemlerle, demokratikleşmeyle mümkün olabilir. Yoksa şiddete “misliyle karşılık verilmesi”, intikam naraları atılması, BDP’nin susturulmaya çalışılması sadece PKK’yi güçlendirmek, onun Kürt nüfusu arasındaki nüfuzunun artması neticesini verebilir. Tıpkı otuz bir yıl önce diğer ılımlı Kürt grupların tasfiyesi neticesinde PKK’nin güçlenmesi gibi...
İşte bu yüzden, intikam yeminlerinin edildiği, içimizdeki faşistin kendini iyiden iyiye gösterdiği bugünlerde, inadına barış ve kardeşliği savunmak boynumuzun borcu, bu kâbustan tek çıkış yoludur.