Bir Kıbrıs Konferansı daha başarısızlıkla sonuçlandı ve bu durum hiç kimseyi şaşırtmadı. Şimdi taraflar birbirlerini suçlamakla iştigal ediyorlar ve bu da hiç kimseyi şaşırtmıyor. Bu topraklarda en maharetli olduğumuz alanlar bunlar değil mi?
Taraflar sorunu çözme iradesi ve becerisinden yoksundurlar ve bir taraf sürekli olarak “öteki” tarafı suçluyor.
Bu suçlama oyunu aslında bir tür “karartmadır...” Havada uçuşan sözcükler, sorunun gerçekte ne olduğunu anlamamızı zorlaştırıyor. Yani, bu “laf kirliliği” aklımız karışsın diyedir...
Açık ve net konuşalım. Sorun, nasıl bir devlet istediğimizle ilgilidir ve bu eskilere dayanan bir tartışmadır. Müzakereci liderler kimler olursa olsun, aynı çıkışsız noktaya gelmemiz, tarafların farklı devlet anlayışına sahip olmalarındandır.
Deyim yerindeyse, bu görüş ayrılığı, Kıbrıs’ın “yapısal” sorundur.
Kıbrıs Rum tarafının nasıl bir devlet istediğini Yunanistan dışişleri bakanı Nikos Kotzias’ın geçtiğimiz günlerde dile getirdiği sözler özetliyor. Kotzias, “Fisiologikos Kratos”, yani “normal devlet” kavramını gündeme getirdi ve BMGS Antonio Gutteres da bu kavramı benimser göründü. Kotzias, “Kıbrıs’ta kurulacak devlet, diğer devletler gibi “normal bir devlet olmalı” diyor.
“Fisiologikos Kratos” kavramından tam olarak ne anlaşıldığı net değil ama diğer bağımsız ve egemen devletler gibi, vesayet altında olmayan, serbestçe egemenlik icra eden bir devlet kast ediliyor.
Daha açık söylemek gerekirse, garantörleri olmayan bir devletten bahsediliyor. Türkiye’nin, Yunanistan’ın ve Büyük Britanya’nın 1960 Garanti Antlaşması’ndan kaynaklanan garantörlük statüsüne son verilmesi isteniyor.
Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan bu amaca ulaşmak için, Kıbrıslı Türklerin federal devlet çatısı altında siyasi eşit toplum statüsüne sahip olmalarına itiraz etmiyor. Daha doğrusu edemiyorlar. Bu yüzden, Nikos Anastasiadis Kıbrıslı Türklerin devlet mekanizmasına etkin katılımını ve dönüşümlü başkanlığı Garanti Antlaşması’nın ortadan kaldırılması şartına bağlıyor. Türkiye’nin adadan elini ayağını çekmesini istiyor. Yunanistan da bunu kendi adına yapmaya hazır olduğunu söylüyor.
Kıbrıs Türk siyasi elitleri ise farklı ağırlıkta olsa da, Rauf Denktaş’ın bu yazının başlığına aldığımız sözleri etrafında hareket ediyor. “Türkiyesiz cennete bile gitmeyiz” diyorlar...
Bu aslında eski bir tartışmadır. Bu türden argümanlar Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmadan önce de dile getiriliyordu. Rum ve Yunan tarafları adada “insan unsuru”, yani nüfus çoğunluğuna, “tarih” ve “kültür” gibi olgulara vurgu yaparak bir düzen kurulmasından söz ediyorlardı. Türkiye ise, “özel bir milletlerarası statüye tabi” olan sui generis (kendine özgü) bağımsız bir devlet fikrini “en son ödün” olarak takdim ediyor ve Taksim tezinden ancak bu şartlarda vaz geçebileceğini söylüyordu. Aksi halde, adanın Kıbrıslı Rumların egemenliğine gireceğini ve bunun da Enosisin yolunu açacağını ileri sürüyordu.
Bu tartışma güçler dengesi temelinde noktalandı ve Kıbrıs Cumhuriyeti devleti 1960 yılında kurulurken “normal” bir devlet olarak değil, “sui generis” bir devlet olarak kuruldu. Başka türlü söylersek, sadece etnik grupların konumu ve insan unsuruna değil, nüfusu oluşturan toplumların milli yönelişleri de hesaba katıldı. Çünkü toplumlar kendilerini Türk ve Helen uluslarının “doğal” uzantıları sayıyorlardı. Böyle olunca, adada kurulacak devlet ister istemez bir yandan iki toplum arasında, öte yandan da Türkiye ve Yunanistan arasında bir denge gözetmeliydi.
Garanti ve İttifak Antlaşmaları bu temelde imzalandı.
“Sui generis” olan sadece bu değildi. Farklı etnik gruplara ait olan Kıbrıs Cumhuriyeti yurttaşlarının kendi aralarında evlenmeleri bile engellendi. Kısacası, devletin sui generis özelliği son derece geniş tutuldu.
Kıbrıs Rum tarafı, o zaman da sui generis devlet fikrine karşı çıkıyor, “doğal” ve “normal” devletten söz ediyordu. O dönemde bu argümanlar nüfus çoğunluğuna sahip olan Kıbrıslı Rumların “egemen unsur” olmasını hedefliyordu. Nitekim 1960’lı yıllarda izlenen politikanın amacı, Türkiye’nin garantörlük statüsünü ortadan kaldırmak kadar, Kıbrıslı Türklerin eşit toplum statüsüne de son vermekti.
Günümüze gelirsek, köprülerin altından çok sular aktığını söyleyebiliriz. Kıbrıs Rum tarafı şimdi Kıbrıslı Türklerin eşitlik statüsüne itiraz etmiyor, edemiyor. Ama Türkiye’nin garantörlük statüsünü kabul etmiyor. Bugün “normal devletten” söz edilirken Kıbrıslı Rumların egemen olacağı bir devletten değil, egemenliğin Kıbrıslı Türklerle paylaşılacağı bir devletten bahsediliyor.
Fakat Türk tarafı devletin eşit ortağı ve kendi bölgesinin efendisi olma şansına sahip olduğu halde, “sui generis” devlet fikrinde ısrar ediyor. Ve devletin bu özelliğini oldukça geniş tanımlıyor. Federal devletin yurttaşlarının asimetrik haklara sahip olmasını ileri sürmesi bir yana, Türkiye’nin garantörlük statüsünün aynen devam etmesini talep ediyor.
Kısacası, taraflardan biri “Sıfır Türkiye” derken, diğeri “Çok Türkiye” diyor. Bu da çözümü imkansız kılıyor.
Şimdi yapılması gereken bu iki görüşün keskin uçlarını yontmak ve Türkiye’yi resmin kabul edilebilir bir yerine yerleştirmektir. Çözümün anahtarı burada yatmaktadır.
Durum bu iken, federal devlet modelinin artık tarihe karıştığını ileri sürmek anlamsız olduğu kadar, keskin uçları daha da keskinleştirmek ve çatışma mantığını sürdürmek demektir.
Bu türden açıklamalara derhal son verilmeli ve kabul edilebilir öneriler hazırlamak için iş başı yapılmalıdır.
Aksi halde, Kıbrıslı Türkler dünyada ve Kıbrıs ülkesinde egemenlik icra eden bir devletin ortağı olma gibi tarihsel bir fırsatı kaybedecekler ve siyasal varlıkları tehlike altına girecektir.
Zaman, milliyetçilik ve tepkisellikten değil, Kıbrıs Türk yurtseverliğinden kaynaklanan siyasi irade gösterme zamanıdır...