MARAŞ’TAN HATIRALAR…
Maraş’ın ve Kıbrıs’ın en ünlü hekimlerinden Dr. Hacıgagu’nun kızı Evi Hacıgagu, sorularımızı yanıtladı…
“Büyük bir kumar masasındaki oyun kağıtları gibi savruluyoruz, Türkler ve Yunanlılar, ruhlarımızla oynuyor: Kazanan, Maraş’ı alacak!...”
Maraş’ın ve Kıbrıs’ın en ünlü hekimlerinden Dr. Hacıgagu’nun kızı Evi Hacıgagu sorularımızı yanıtlarken, Maraş’tan hatırladıklarını da anlattı. Eftihia (Evi) Hacıgagu, elinde kalan Maraş’taki evlerinin ve sevgili babacığı ve anneciğinin fotoğraflarını da bizimle paylaştı, ona çok teşekkür ediyoruz…
Dr. Hacıgagu’yla ilgili yazdıklarımız, pek çok kez bu sayfalarda yer aldı – onu hem Kıbrılsıtürkler, hem de Kıbrıslırumlar tanıyor ve seviyordu. Fakirlerden hiçbir zaman para almayan, hatta uzaklardan gelip de köyüne dönecek otobüs parası cebinde bulunmayan hastalarına kendi cebinden otobüs parası da veren Dr. Hacıgagu, pek çok Kıbrıslıtürk’ü tedavi etmişti. 1974’te savaş esnasında savaş nedeniyle yaralanmış olan Kıbrıslıtürkler’in tedavisini de yapan Dr. Hacıgagu, Mağusa’nın ve Kıbrıs’ın en tanınmış hekimlerindendi. Bir ortopedist olan Dr. Hacıgagu, Maraş sahilinde üç katlı bir evin üçüncü katında yaşıyor, alttaki iki katı da kliniği olarak hizmet veriyordu. 1974’ün savaş koşullarında yakalanan ve öldürülmek üzere olan Dr. Hacıgagu’yu, onu tanıyan, kendisinin geçmişte tedavi etmiş olduğu bir Kıbrıslıtürk tarafından kurtarılmıştı. Dr. Hacıgagu ayrıca, savaş esnasında tedavi ettiği bazı Kıbrıslıtürk hastaları öldürmek üzere bulunduğu hastaneye gelen EOKA-B’cileri de engellemiş ve tedavi görmekte olan Kıbrıslıtürkler’in hayatlarını kurtarmıştı…
Dr. Hacıgagu’nun sevgili kızı Evi Hacıgagu’yu yıllardır tanıyorum – birkaç kez de buluşup konuştuk. Çok değerli arkadaşımız Dr. Derviş Özer, onun babasının bir büstünü yaptı çünkü savaş esnasında yaralanan sevgili anneciğini tedavi etmişti Dr. Hacıgagu… Bu büst nedeniyle Evi’yle Dr. Derviş’i temasa geçirmiştim ve büstün yapılabilmesi için Dr. Hacıgagu’nun fotoğraflarını göndermişti Evi kendisine… Bu büst halen Lefkoşa Belediyesi’nin bir toplantı salonunda öylece duruyor, savaş sırasında insaniyetini kaybetmeyerek Kıbrıslırumlar’a Voni kampında yardımcı olan, tecavüzleri durduran Alpay Topuz’un büstüyle birlikte… Bu iki büstü, Lefkoşa Belediyesi güya bir parka koyacaktı fakat bir türlü adım atamadılar ve büstler de tozlanıp duruyor oldukları yerde… Savaş esnasında insaniyetini kaybetmeden öteki toplumdan insanlara yardım edenlerin heykellerini yapmakta olan çok değerli arkadaşımız Dr. Derviş Özer de, Lefkoşa Belediyesi’nin bu heykelleri dikmesini hala bekliyor…
Maraş’ta son dönemde yaşanmakta olanlarla ilgili olarak Evi Hacıgagu’ya bir dizi soru yönelttik, o da bizi kırmayarak sorularımızı yanıtladı… Evi Hacıgagu, bize gönderdiği yazıda şöyle dedi:
“Son 46 yıl içerisinde rüyalarımda evime o kadar çok kez döndüm ki… Herşey bıraktığım gibi durmaktaydı rüyalarımda; çok sevdiğim bebeklerim ve raflardaki kitaplarım beni bekliyor olurdu. Mutfak pencerelerinden giren güneş içeriyi aydınlatıyor olurdu, geniş ailemizin buluşma noktası olan köşenin ardındaki masanın etrafındaki uzun banklara vururdu güneş ışınları… Ve sonra, mutfağın yanında geniş oturma odası dururdu, balkona açılan ve Mağusa’nın güzel denizine bakan oturma odası… Evin 600 metre kadar önünde, denizin içinde “Deve Kayası” (“Camel Rock”)denen meşhur kaya dururdu, her genç Mağusalı (Maraşlı) erkek, güçlü olduğunu ve artık büyümüş olduğunu göstermek üzere bu kayaya kadar yüzmek durumundaydı…
Mağusa’nın (Maraş’ın) denizi, hayatımın ilk 15 yılı boyunca benim ve Sotiris ile Periklis adlı iki abimle be nden iki yaş küçük olan kızkardeşim Claire’in “dünyası”ydı… Mağusa Deniz Kulübü’nde yüzücüydük, bu kulüp önceleri Glossa Plajı’nda, sonra da Liman yakınındaki “Jerry’nin Adası”ndaki güzel sömürge tarzı evde idi. Burası bizim ikinci evimizdi. Yazlarımızı burada geçirirdik ve yüzme yarışmaları için hazırlık eğitimlerine katılırdık veya teknemizle denize açılırdık – bu tekne, bir tekne yapımcısı olan Alman dayımızın bir armağanı idi.
Sahilin her bir santimini, her bir kayayı, balığa çıktığımız her bir noktayı ezbere biliyorduk.
Evimiz üç katlı bir binaydı, denize çok yakın bir noktada inşa edilmişti… Yüksek bir duvar, evimizi dalgalardan korumaktaydı.
1974;’ten sonra evimi ilk kez 2003 yılında görmüştüm barikatlar açıldığı zaman ancak uzaktan görebilmiştim evimizi… Sahildeki dikenli tellerin yanında durmuştuk, bu nokta evimden yalnızca birkaçyüz metre uzaktaydı ancak evimize gidemiyorduk. Orada öylece durmuştu, sanki de bizi bekliyordu. Duvarlarının gökmavisi rengini bile tanıyabiliyordum. Bıraktığımız gibi duruyordu… Ancak yıllar geçtikçe ve bizim oraya gidemeyişimiz karşısında, her bir ziyaretimizde evin giderek daha kötü bir hal aldığını görebiliyorduk. Evi dalgalardan koruyan duvar yıkılmıştı, evin önündeki büyük hurma ağaçları artık yoktu, teknemiz de artık orada yoktu, herhalde kumlara gömülmüştür şimdilerde… Barikatlar henüz kapalıyken, terkedilmiş gemimizi fotoğraflardan ve Avrupa’nın hayalet şehrine ilişkin belgesel filmlerden tanıyabiliyorduk, evimizin yanındaki beton kaldırıma doğru sürüklenmişti dalgalar tarafından… Ancak şimdi tümüyle yitip gitti bu teknemiz…
Hipokrat Sokağı 17 numarada bulunan evimiz, dedem Sotiris Hacıgagu tarafından yaptırılmıştı – kendisi Eğitim Bakanlığı’nda memurdu. Mesarya ovasındaki Peristerona köyünden zengin bir aileden gelmekteydi. Ninem Eftihia da, aynı köyden Saveriadis ailesindendi. Dedemin ve nenemin iki oğluları vardı: Bunlardan biri babacığım Kostas Hacıgagu idi ve onun daha küçük kardeşi Kiriakos idi…
Her iki kardeş de İngiltere’de eğitim görmüştü. Babam ortopedik cerrah olmuş, amcam Kiriakos da havacılık mühendisi olmuştu. Babam, Manchester’de Alman olan anneciğim Ursula Gruben’le tanışıp evlenmişti. Halen İngiltere’de iken dört çocuklarının üçü dünyaya gelmişti.
Ailem 1961 yılında Mağusa’ya dönmüştü ve babam annesiyle babasının evinin yanına kendi kliniğini ve kliniğinin üstüne de evini yaptırmıştı. Babam adadaki ilk ortopedik cerrah olduğu için kısa sürede tanındı ve hastaları da tüm Kıbrıs’tandı. Kıbrıs’ta o günler, zor günlerdi; pek çok insan fakirdi ve babam da onlara ücretsiz olarak bakmaktaydı. Babam Kıbrıslıtürkler arasında da son derece popülerdi ve onu Kıbrıslıtürkler de çok seviyordu. İki toplumlu çatışmalar esnasında askeri bir hekim olarak hizmet vermekteydi ve bazı Kıbrıslırum milislerin tehdit ettiği bazı Kıbrıslıtürk sivilleri müdahale ederek hayatlarını pek çok kez kurtarmıştı babam.
Makarios’a darbeden ve işgalden bir ay önce annem beni ve kızkardeşimi alarak ilk kez yurtdışı gezimize götürmüştü; Almanya’da olan ninemle dedemi ziyaret edecektik. Erkek kardeşlerim ile asla kliniğinden ayrılmayan babam, Kıbrıs’taydılar.
Kıbrıs’a geri dönmek üzere uçuşumuzdan yalnızca birkaç gün önce, tam da bir çevre tanıtıcı turdan geri gelmiştik ki dedemin koşarak dışarı çıkıp bizi karşıladığını hatırlıyorum. Çok heyecanlanmıştı. Ne söylediğini anlayamıyordum çünkü o günlede henüz Almanca konuşamıyordum ancak “Sampson” diye bir kelimeyi anlamıştım onun söylediklerinden… Haftalar boyunca ailemizin geriye kalanıyla hiçbir temasımız olmayacaktı… Haberlerde Mağusa’nın (Maraş’ın) kaybedilmiş olduğunu duymuştuk ancak babamın ve abilerimin hayatta olup olmadıklarını bilmiyorduk. Almanya’da kalmak zorundaydık, Kıbrıs’a geri dönmenin hiçbir yolu yoktu.
Sonuçta anneciğim Kıbrıs’taki Birleşmiş Milletler’le temasa geçmeyi başardı ve kendisine babamın Ormidya’da bir göçmen kampında bulunduğunu, orada çadırda bir klinik kurarak çalışmaya devam ettiğini anlattılar. Ancak Noel zamanı trenle Atina’ya, oradan da gemiyle Kıbrıs’a geri dönebilecektik. Tam bir hafta boyunca seyahat etmek zorunda kalmıştık ancak yapılabilecek başka bir şey yoktu eve dönmek için çünkü Lefkoşa Havaalanı artık çalışmıyordu.
Maraş’ın boşaltılmakta olduğu günlerde babam bir hastaneye dönüştürülmüş olan Markos Oteli’nde gönüllü bir hekim olarak hizmet vermekteydi – orada, kentten çıkamamış çaresiz insanları, Maraş’tan çıkarmaya çalışıyordu. Mağusa bölgesinde esir değiş tokuşundan da sorumluydu. Sonraları bana Kıbrıslıtürk arkadaşlarımın anlattığına göre, bir gün babam Türk askerleri tarafından yakalanmıştı, onlar hala Maraş’ta olan insanları aramaktaydılar. Zamanında tedavi etmiş olduğu bir Kıbrıslıtürk hastası tarafından tanınmıştı ve bu Kıbrıslıtürk, askerlerin ona zarar vermesine izin vermemişti. Bir otelde kahve içmeye davet edilmişti ve sonrasında da, Maraş’ta kısılmış olan tüm diğerleriyle birlikte gitmekte özgür bırakılmıştı.
16 ve 17 yaşlarında olan abilerim ise evde yalnız kalmışlardı, herkes güvenli biçimde kentten kaçmaya çalışırken, aile dostu bazı arkadaşlarımız onları da arabalarına almışlardı. Yalnızca sırtlarındaki giysilerle gitmişlerdi, yanlarına hiçbir şey almamışlardı, bir süre tarlalarda uyumuşlardı, babamın ne olduğunu da bilmiyorlardı. Sonuçta Leymosun’da ninem ve dedemle yeniden bir araya gelebilmişlerdi – ninemle dedem Kantara’daki yazlık evlerinden kaçıp Leymosun’a gidebilmişlerdi. Birkaç hafta sonra da babam gelecekti Leymosun’a. Ailemizin tekrardan bir araya gelebilmesi, altı ayı almıştı fakat kalacak hiçbir yerimiz yoktu, hiçbir eşyamız ve paramız da yoktu. Çok şükür babama Larnaka’da eski bir ev önerilmişti, klinik olarak kullansın diye ve böylece hayatını yeniden kurmaya başlamıştı.
Sanırım artık mutlu çocukluğuma bir son veren bir olay hatırlıyorum. Bir gün annem, o günlük yiyeceğimizi satın almak için babamdan para istemişti. Babam ceplerini yoklamıştı ama cepleri bomboştu! Bu, benim için büyük bir şoktu. Mağusa’dayken ihtiyacımız olan herşey vardı, açlık nedir bilmiyorduk veya bir şeye ihtiyaç duymak nedir, bilmiyorduk. Ama şimdi herşey farklıydı. Yiyeceğimiz yoktu, ancak Kızılhaç’ın bize verdiği giysileri giyebiliyorduk, eski bir evde kalıyorduk, bu eski evde hiç eşya da yoktu, sadece ordunun verdiği kampetler vardı. O gün, bize öğle yemeği yapabilmesi için biriktirmiş olduğum birbuçuk Kıbrıs Lirası’nı anneme vermiştim. İşte o gün “savaş”ın ne demek olduğunu anlamaya başlamıştım…
Maraş’a geri dönme umutlarımız vardı hala… Ninemle dedem Derinya’da sınıra en yakın evi kiralamışlardı, geri dönecek ilk kişiler olmayı umarak… Ancak birkaç yıl sonra kalkpleri kırık biçimde, kentlerini evlerini bir daha göremeden ölüp gittiler… Babacığım da evini ve kentini göremeden, henüz 58 yaşındayken 1982 yılında vefat etmişti…
Politikacılarımız, pek çok fırsatı kaçırdılar… Ancak biz hala umutluyuz… Onca yıl boyunca Maraşlılar, mücadeleye devam etmekteydiler.
Barikatlar açıldıktan sonra oraya gitmeye başladılar, Kıbrıslıtürkler’le ahbaplık kurdular ve bazı eski ortak geleneklerimizi canlandırmaya çalıştılar, mesela kent festivallerimizi… Bunları yapmak için de her iki tarafın fanatiklerinin ortaya koyduğu pek çok engeli aşmak zorunda kaldılar. Bir noktada bazı dini ayinlere izin verilmeye başlandı, bazan Ayios Eksirinos Kilisesi’nde, Surlariçi’nde… Bunlar kilisedeki ayinlerden çok öte bir anlam taşımaktaydı; bunlar Mağusa’dan insanların bir buluşma noktasıydı, 46 yıl boyunca adanın çeşitli yerlerine savrulmuş, dostları ve komşularıyla iletişimleri kopmuş Mağusalılar’ın bir aray agelişiydi… Ancak bunlar aynı zamanda Kıbrıslıtürk yurttaşlarımızla da dostluk köprüleriydi… İnsanlar arasındaki bağlar giderek güçlenmekteydi ancak pek çok kereler evlerimize dönme ve bir çözüm için umutlarımız, insanların duygularına önem vermeyen ve başka hırslar peşinde olan politikacılar tarafından yok edilmişti.
Esas darbe bu yıl, Kıbrıs’ın kuzeyindeki seçimlerden önce gelecekti; kentimiz Maraş’ın açılacağı anons edilmekteydi ama bu açılış bizim için değildi!
Planlanan şey, Maraş’tan yeni bir Las Vegas yaratmaktır! Bu nasıl olabilir ki diye soruyoruz kendi kendimize? Bu yaralarımıza bir bıçak daha vurulması gibi geliyor; Mağusa (Maraş) pek çok yüzyıllık tarihe sahip bir kenttir.
Burası şairlerin ve yazarların kenti olarak bilinmektedir, insan bir dakika içerisinde tüm bu tarihi silmeyi ve bizim Maraşımızı bir para, kumar ve yolsuzluk kentine dönüştürmeyi nasıl düşünebilir? Bu kente karşı bu ne büyük bir saygısızlıktır!
Yeniden kentimize gitmeye izin veriliyor ancak sadece ziyaretçiler olarak. Çocukluğumuzun sokaklarında yürüyüruz ve yalnızca yıkıntılar görerek buralarda geçirdiğimiz mutlu anları hatırlamaya çalışıyoruz.
Ancak her köşeye dikilmiş olan polisler de evlerimize girmemize izin vermiyor.
Şu anda şirolar, bir piknik alanı hazırlıyor. BİZİM kentimize girerek sanki de kendileri buranın sahibiymiş gibi nasıl davranabiliyorlar?
Hayatımızın yıkıntıları önünde yabancı insanlar evlilik fotoğrafları çektiriyor; bu ne büyük saygısızlık! Bunlar kimlerdir? Neden bizim neler hissettiğimizi anlamıyorlar? Neden Avrupa, BM, AB protesto etmiyor bu durumu, bu konuda herhangi bir şey yapmıyor? Kıbrıs’ın geriye kalanının da sanki bunlar umurunda değilmiş gibi duruyor.
Bir tür adaletsizlik duygusu ortaya çıkıyor. Maraş, hiçbir saygısı ve hiçbir duygusu olmayan, kentle ilgili hiçbir hatırası olmayan yabancılar tarafından tecavüze uğruyor. Ancak ellerinde güç var! Bizim bunca çaresiz kalışımız, beni o kadar öfkeli ve üzgün kılıyor ki… Kentimizi savunamıyoruz, onu kurtaramıyoruz. Bu tecavüz devam ederken izliyoruz, bağırmak istiyorum, ağzımızı açıyoruz ama ses çıkmıyor. Tıpkı bir karabasan gibi bu, sanki uyanmak istediğiniz ama uyanamadığınız… Bu kentin sahipleri olarak büyük bir kumar masasında oyun kağıtları gibi nasıl da savrulup durduğumuzu çaresiz biçimde izlemek zorunda bırakılıyoruz. Türkler ve Yunanlılar, ruhlarımızla oyunuyor. Ve kazanan da Maraş’ı alıyor!
(Eftihia Hacıgagu’nun yazısını Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN – 15.11.2020)