58’inci yıldönümünde, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin kara lekelerinden biri, 6-7 Eylül olayları...
6-7 Eylül 1955’te başta İstanbul ve İzmir’de yaşayan gayrimüslim azınlığa karşı gerçekleştirilen yağma, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde başlayan, özellikle de 1912 Balkan Savaşı’nın ardından hız kazanan etnik homojenleştirme faaliyetlerinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden yıllardaki tırmanışının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Yüz binlerce Ermeni’nin Anadolu’dan sürülmesi bu faaliyetlerin en çarpıcı örneklerinden biridir.
Özellikle Avrupa’da imparatorlukların dağılmasının ardından güçlenen etnisiteye bağlı homojen uluslar kurma çabası, doğal bir siyasi sonuç olarak Türkiye’ye de yansıdı.
‘Yeni devletlerin sınırları içerisinde azınlıkların oluşması kaçınılmazdı. Ancak bu devletlerin azınlıkları, ulus devletin homojenleştirilmesi önünde bir engel ve hatta tehdit olarak algılandı. Devletin yeni meşruiyet zeminini meydana getiren unsur, etnik-kültürel birliktelikti. Bu nedenle diğer etnik grupların varlığı, ancak yeni devletin bir zaafı olarak görülebilirdi. Devlet büyüğü seçkinlerin gözünde azınlıklar, sadık vatandaşlar değildi; devletlerin istikrarını ve hayatta kalma şanslarını tehlikeye atan, genç ulus devletin gelecekteki ‘hainleri’ idi’. (Dilek Güven-Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları).
Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 yılına kadar ülkeyi yöneten Cumhuriyet Halk Partisi hükümetleri, ekonomiyi millileştirme (Türkleştirme) ve homojen bir ulus devlet yaratma adına gayrimüslim azınlığa yönelik planlı bir politika güttü.
Hayatın tüm alanına yayılan bu politikanın omurgasını hiç kuşku yok ki ekonomi oluşturuyordu. Çünkü gayrimüslimlerin ekonomik hayatla bağlarını kesmek, onları uzaklaştırabilmenin en kestirme yoluydu.
Türk mallarının tüketilmesi ve Türklere ait mağazalardan alışveriş yapılması için düzenlenen Türk’ten Türk’e kampanyaları, binlerce gayrimüslimin çeşitli gerekçelerle işlerinden atılması, 1924’te çıkarılan bir yasayla gayrimüslimlerin devlete memur olarak girmelerinin engellenmesi, 1934’te çıkarılan bir başka yasayla yabancıların bazı meslekleri icra etmelerinin yasaklanması ve nihayetinde 1942 yılında yürürlüğe konan Varlık Vergisi uygulaması; bunlar Ermeni, Yahudi ve Rum azınlığın ekonomide sahip olduğu payın zamanla Türklere devredilmesini hedefleyen bilinçli politikalardı.
Gayrimüslimlerin gelirlerine vergi biçen ‘Varlık Vergisi’ o denli yüksekti ki, azınlıklar bu vergiyi ödeyebilmek için malvarlıklarını elden çıkarmaya başladılar; önce işyerlerini Türklere devrettiler (ekonominin millileştirilmesi), sonra gayrimenkullerini( toprakların Türkleştirilmesi). Elde avuçta mal-mülk kalmayınca ise sıra, ülkeyi terk etmeye geldi ki bu da Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde homojen bir ulus devlet yaratma idealinin gerçekleşmesi hedefinin hayata geçmeye başlaması anlamına geliyordu.
CHP’nin yürüttüğü bu politikadan kurtulmak isteyen azınlıklar 1950 yılında yapılan seçimde Demokrat Parti’ye oy vererek, kaderlerini değiştirmeye çalıştılar.
Demokrat Parti, iktidarının ilk döneminde, seçim öncesinde vadettiği kadar değilse de gayrimüslim azınlıklarla nispeten ılımlı bir ilişki kurdu. Ancak ilerleyen dönemlerde, özellikle de 1954 seçiminde elde ettiği ikinci zaferi takip eden evrede, azınlıklar konusunda CHP çizgisine geldi (ya da aslında hep oradaydı).
(Devam edecek...)