Kuzeyde yapılan testler sonucunda uzunca bir süre Covid 19 vakasına rastlanmaması normalleşme beklentilerini güçlendiriyor. Bu nedenle zaten birçok kısıtlama kaldırılmıştır. Diğerlerinin de kaldırılmasının öngörüldüğü çok açık.
Bir de buna güneyden gelen olumlu haberler eklenince, iki bölgenin temasının tekrar mümkün kılınması konusu doğal olarak gündeme gelmektedir.
Kuzeyde yeni vakanın bulunmaması, güneyde ise günlük tek rakamlı vakalar dışında, virüsün kontrol altına alınması bu ‘normalleşme’ algısının ne kadar normal olduğunu kanıtlıyor.
Güneyde eğitim kurumlarının açılması ve futbol karşılaşmalarının bile başlaması tartışılıyor. Ekonomik faaliyetlerin canlandırılması konusunda Kıbrıs’ın tümünde benzer adımlar atılıyor ve uygulanıyor. Önümüzdeki bir-iki aylık süre içinde güneyde havaalanlarının faaliyete geçmesi yani turizm sektörünün devreye sokulması öngörülüyor.
Güneyde sınırlı sayıda vaka görülmesine, kuzeyde ise artık hiç vakaya rastlanmamasına rağmen güneyin daha hızlı bir açılma süreci öngördüğü çok açıktır. Buna rağmen Pile köyünde yaşayan KıbrıslıTürklerin, neredeyse 1950’li yılların “Türk’ten Türk’e” kampanyasını hatırlatacak şekilde, Dışişleri Bakanlığı tarafından ‘hapis hayatı’na zorlanma ya çalışılması ciddi bir tezat oluşturmaktadır.
Halkın sağlığını korumak için belki biraz da abartılı önlemlere ihtiyaç vardır. Ama makul olan ‘abartı’ tehlikeyi savuşturmak amacıyla ilişkili olanıdır.
Kıbrıs’ın tümünde AB’nin öngördüğü şekilde ‘yavaş, dikkatli ve kademeli’ bir açılma stratejisi izlenmelidir. KıbrıslıRumlar’la alıveriş yapan Pileliler’in Kuzey’e geçmelerine izin verilmeyebileceğinin açıklanması ciddi soru işaretleri içeriyor. Yani Korona virüsünün makul olanı da varmış gibi bir izlenim yaratılıyor. Türk’ten Türk’e bulaşırsa sorun yok! Yeter ki Rum’dan Türk’e bulaşmasın mı? Yoksa, herkesin izlediği gibi, güneyde virüsün şu anda kontrol altına alındığına inanmıyor muyuz?
Anlaşılan ‘Rum’a güven olmaz’ yaklaşımı sınır tanımıyor! Korona virüsüne böyle bir işlev yüklemek, yani onu ayırıcı duvarları güçlendirmenin bir aracı durumuna getirmek pek de iyi niyetle bağdaşmıyor. İşte o nedenledir ki, Dünya Sağlık Örgütü’ne gönderilen mektuplara maalesef olumlu bir tepki elde edilemeyecektir.
Herkesin çoktandır bildiği ama kolaylıkla unutuverdiğimiz bir gerçeklik vardır. Yeşil Hat uluslararası bir sınır değildir. Kuzey’in zaman zaman göreve çağırdığı, sıklıkla kalabalık heyetlerle ziyaret ettiği BM Örgütü ve parçası olduğumuz AB başta olmak üzere tüm uluslararası toplum bunu böyle biliyor ve bildiği şeye göre davranıyor.
Her ne kadar kuzeydeki resmi makamlar bu gerçekliği çok iyi algılıyor olsa da, bunu kabullenmekte ciddi zorlukları vardır.
Bu nedenle bizim resmi makamlarımız sıklıkla ‘göle yoğurt çalan’ Nasreddin Hoca’nın yaptığını yapıyor. Ya tutarsa! Bu konuya farklı yaklaşmaları durumunda, bunun kendi kendini reddetme ya da devlet varlığının inkarı anlamına geleceğini varsayıyorlar. Halbuki uluslararası toplum açısından durum farklı görünüyor. Kimsenin bizim devlet olmamızda gözü yok! Kimse bizim kurumsallaşma ve bu bölgede halkın sorunlarını çözme kapasitemizi geliştirmemize, ekonomik ve sosyal kalkınmamıza bir itirazı yok! Olamaz da.
Avrupa Birliği, sırf bu amaçlarla kuzeyin sosyal ve ekonomik yapısını güçlendirmek için plan yapmıyor mu? O nedenle sınırlı olsa da buraya kaynak aktarılmıyor mu? Dahası bizim elimizdedir. Apaçık meydanda olduğu gibi, AB, kuzeyin ekonomik ve siyasi istikrarından yana tavır koymaktadır.
Tüm mesele bizim elimizdeki bu ‘devlet’le ne yapmaya çalıştığımızdır. Bu konuda büyük kuşkular vardır. Biz eğer bunu Kıbrıs’ta bölünmenin bir unsuru olarak ya da ilhakın bir aracı olarak görürsek, mektuplarımıza nasıl olumlu yanıt alacağız?
Eğer elimizdeki bu devleti, söz ve onay verdiğimiz gibi federal bir ortaklık yolunda dönüştürmeye hazırsak, kimsenin buna en küçük bir itirazı olamayacaktır.
Yani göle yoğurt çalan adam örneğindeki gibi, alacağımız tepkiyi bile bile bir uluslararası tanınma amacına saplanmaktan vazgeçip bunu cesaretle muhataplarımıza ifade edebilirsek veya bu “Türk’ten Türk’e” yaklaşımından kurtulabilirsek, elimizdeki devleti daha da güçlendirmiş oluruz.
Bu “Türk’ten Türk’e” yaklaşımının ikiz kardeşi olan “Rum’dan Rum’a” siyasetinin bir tehlike oluşturacağını öngören sivil toplum çoktandır Anastasiadis hükümetini uyarmaktadır: “Kıbrıs’ı dışa açmadan önce iki bölge arasındaki geçişleri sağlayın”!
Bundan daha meşru bir talep olabilir mi?
Anastasiadis yönetimi yürürlüğe koyduğu bunca açılımdan sonra ve özellikle ilçeler arası dolaşıma izin verdiği gün, yeşil hat üzerinde geçişleri de gündemine almalıydı. Halbuki bunun hiç konuşulmadığı izlenimi yaratılmıştır. Yani ‘bulaşacaksa Rum’dan Rum’a bulaşsın’ mantığı öne çıkmış durumda. Yoksa onlar da şu anda kuzeyde hiç vakaya rastlanmadığına mı inanmıyorlar?
Yetkili kişiler hangi gerekçeyle hareket ettiklerini açıklamak durumundadır. Yanı sadece ‘sağlık’ demeleri yetmiyor.
Hem Pilelilerin serbest dolaşımına hem de Yeşil Hat üzerinden geçiş yapılmasına niçin hazır olmadıklarını, bu adımı ne zaman ve hangi şartlarda atacaklarını kamuoyuna açıklamak her iki tarafın da görevidir. Yoksa 14 günlük karantina uygulamasının sürdürülmeye çalışılması ‘Yeşil Hat’tı kapatılmasını uzatmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.
Salgın nedeniyle ve geçici bir önlem mantığına dayanarak Yeşil Hat’tın geçişlere kapatılması ne kadar uygun ve doğruysa, bu kapanmayı gereğinden fazla uzatmak ve niçin uzatıldığının da geçerli bir açıklamasını yapmamak ya da yapamamak da o denli gereksiz ve yanlış bir tutumdur.
Salgının ilk günlerinde gerek tehlikenin şekli ve büyüklüğü gerekse sağlık sistemlerinin ve yönetimlerin bu salgınla mücadele etme yetenek ve kapasiteleri tam olarak bilinmemesi nedeniyle kamuoyu en radikal önlemlerin dahi alınmasını hazmedebilirdi.
Ama herhalde artık o noktada değiliz, ya da olmamalıyız!
Yeşil Hat’ta geçişlerin yeniden başlaması sadece ekonomileri canlandıracağı için gerekli değildir. Ayni zamanda artık gereksiz hale gelmekte olan bir uygulamayla halkın özgürlüğü sınırlandığı için de geçişlerin kademeli olarak gerçekleştirilmesi bir zorunluluktur.
Eğer diğer bölgede hiçbir vaka yoksa veya vakalar kontrol altındaysa ve siz yaşamın tüm alanlarında normalleşme yönünde adım atmayı planlıyorsanız, halkın kendi ülkesi içinde serbestçe dolaşma özgürlüğüne de saygı duymanız gerekmektedir.
Bu adımın atılmasına engel olan ve kamuoyunun bilmediği geçerli nedenler varsa, bunu açıklamak da iki toplum liderinin görevidir.
Şimdi, gözlerimizi Anastasiadis ve Akıncı’nın üzerine çevirmenin zamanıdır.