Halil DURANAY
hduranay@gmail.com
0- Lekeler:
Tezer Özlü, “yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum” diye not düşer. Yirminci Yüzyıl’ın sanat üreticisine dayattığı asli bir konformizm bu – yaşa ya da öl ama üretirken tükenmeyi de göze al. Huseyin Özinal’ın resmi de bu asli boyun eğme içinde biçimlenip, kendini imha etmeyi göze alan bir savaş alanı olarak okunmalı. ‘Uyum’ ve ‘itaat’ ile yol alan Yirminci Yüzyıl teleolojisinden beslenip, sonra tüm bu yapıyla savaşmayı göze alan bir ayrıksı otunun yeryüzüne bırakmayı yeğlediği lekeler.
1- Bir varlık süzgeci olarak TUVAL:
Tuval, Özinal’da bir süzgeç işlevi görür. Ötesine geçildiğinde varlığın tüm yükleri süzgeçte kalır: Öteye geçen adamın kısa süreli arındığını varsayalım sonra yeniden adamın huzursuzlanıp, süzgecin ilk geçişte ondan ayıkladıklarının yetmediği farkındalığını ve ayıklanan varlık posasının da yapılıp-bozulması zorunluluğunu da işe katalım. Tuvaldeki katmanlar, defalarca aynı düzlemden geçip, renklerle yeni bir topografi yaratımı, tuvaldeki sargıların ya da dökülmüş kurşunun meselesi varlık posalarının yapı-bozuma maruz bırakılmasıdır.
1.1.- Tuvalden sondan-önceki geçişler
Bu sondan-önceki geçişler: Olay ve arızalarla örgütlenmiş bir çocukluğun erken yaşta ölmeye yeltenmesidir; kurşuna dizilmek, sürgün, sararmış bir cesedin ayağı, transekssüel bir psikolog – kendini tuval üzerinde belli belirsiz silüetler olarak bırakır.
1.2.- Tuvalden son-ötesi geçişler
Bu son-ötesi geçişlerde, 80’lerde gece yarısından sonra kentin dehlizlerinde uyanan bir ötekiler ülkesi ve o ülkenin yurttaşlarına tanıklıklar vardır ya da ölüme defalarca biçimlendirip, hayatı yontan yeryüzü halleri: Muazzez Abacı’dan Firuze’yi dinleyip efkar dağıtan eşcinseller, sidik ve yanık yağ kokan birahaneler, kışın çamura talaş dökülmüş pavyonlar, cüce fahişeler, köprü altına kendini asanlar, müptelalar, Tanrı’yı lağımlarda arayanlar, EKT tedavisiyle geçmişlerini silenler, hayaletler... Özinal’ın tanıklığı tehlikelidir (yaşa ya da öl ama üretirken tükenmeyi de göze al); bütün ötekiler ve ölümlü tecrübeler, bilinçdışı konteyneri içinde, sonradan izleyici tarafından anlam verilmesi için korunup kollanır.
2. Savaş Alanı
Özinal’ın resmi, hem yeni gelişmekte olan ülkelerin modernizmini, hem de Lyotard’ı doğrular- modernden önce post-modern olan, geçişkinlikleri sert ve süratli, kayıpları kazançlarının hep üzerinde olan her zaman (kendinden vazgeçerek) kendine dönen bir tanıklık. Post-modern başlayan eylem, zamanca eskitildikçe modernin tüm kofluklarını, çürümüşlüklerini renkleri için ifşa eder. 1789’da Klasizim Romantizm ile yer değiştiriken, yeni sanat, eski sanat kanonun en büyük laneti olan ‘patronajdan’ kurtulmuştu ama Victor Cousin’in din din için, ahlak ahlak için, sanat sanat için olmalı söylemi daha yüzyılı devirmeden, patron himayesine geri döndü. Sözde sanat eserinin özgürleşmiş içeriği, bu defa talep edilen (moda olan) temanın yinelenmesi olarak hortladı. Bugün çağdaş sanat diye bize sergilenen, sipariş usulü üretilen, vesayete tabi sanat eserleri, eski kanondan çok daha ağır bir kriz içinde.
3. Çağdaş Sanat Oymağının Dizginlenemezliği
Kitschleşmiş eser ve hükümsüzleşmiş bir üretimle karşı karşıyayız – Baudrillard’ın işaret ettiği gibi “pazarlanabilen bir form kazanmış ve duygusal bir mal formu kazandığından dolayı hükümsüzleşmiş iş”.
Kendi içine kapanmış, az katılımlı ama tekelleşmiş bir eleştiri ve küratör oymağı, bu oymağın pragmatizmi dışında kalmış tüm üretim biçimini görmezden gelerek, alanın dışında bırakan hiyerarşik yapı.
Her zaman olduğu gibi bugün de, kültür endüstrisi üçüncü kişilerin “hizmetindedir”, sermayenin gerileyen dolaşım süreçlerine ve varlık sebebi olan ticarete yakınlığını korur. Adornon’un 20. Yüzyıl ortası yaptığı bu tespit, bugün etkisini daha da güçlendirmiş şekilde neredeyse tek geçerlilik olarak hakim. Üstelik bir zamanlar kültür endüstrisinin yaptığı gibi bunu gizli kapaklı değil, açık bir biçimde göstermekten sakınmıyor.
4. Özinal’ın Durumu
Bu noktada Özinal gibi ‘yineleneni’ taklit etmek yerine, kendi varlığını cüretkar bir biçimde tuvale çarpmaktan korkmayan bir yeryüzü tanığıyla yüzleşmeyi en azından denemek gerek. Özinal’ın savaş alanı bize tüketilebilir olanı değil; üzerinde konuşulmadan her okuyuşda yeniden üretilebilecek olanı sunuyor. Çünkü Wittgenstein’ın önerdiği gibi “Dünya, olduğu gibi olan herşeydir” ya da İlhan Berk’in eklediği üzere “Dünya ürettiğimiz ölçüde vardır”. Aynen Hüseyin Özinal’ın olanı olduğu gibi üreterek varlığını koruduğu gibi.