Rafet UÇKAN
rafetuckann@gmail.com
Halkın Partisi’nin kurulmasından bu yana, Kıbrıs’ın kuzeyinde içe dönük siyasi tartışmalar “yeni” olmanın mutlak üstünlüğüne herkesi inandırmaya çalışan bir siyasi partinin temel argümanları etrafında şekilleniyor: Yeni siyaset, yeni kadrolar/yeni yüzler, yeni örgütlenme modeli, yeni lider... Esas olarak sağın geleneksel projesine “yeni” bir nefesle ruh üflemeye çalışanların başlattığı bu tartışma ise, görüldüğü kadarıyla, müzakere masasını her fırsatta devirmeye çalışan sağ partilerden daha ziyade CTP’yi etkiliyor ve değişime zorluyor. CTP, kendi içindeki “eski-yeni” itişmesinin de etkisiyle, ne yeni bir yol haritasını kararlıkla ortaya koyabiliyor ne de doğrudan doğruya eski bir üslupla yoluna devam edebiliyor. Bu ise, partiyi, kopmaya meyyal gergin bir ip üzerinde yürümeye mecbur bırakıyor. Bu yazının temel derdi, CTP’nin son tüzük kurultayı vesilesiyle, yukarıda andığım tartışmanın CTP’deki izlerini takip etmeye çalışmak… Yazının akışı içinde, kabul edilen tüzük maddelerini de yer yer anacağım; ama kurultayda genel sekreter ve genel başkan düzeyinde yapılan konuşmaların toplamından hareketle esas olarak “eski” ile “yeni”nin mücadelesine odaklanacağım.
Yapılan kurultay konuşmalarına bakıldığında, CTP’nin, “yeni” etrafında taraftar/seçmen toplayan söylemin gerisinde kalmamak adına “kısmî değişim” çabası içine girdiği açıkça görülüyor. Parti “yeni” ve “eski” olanın içeriğini HP’den farklı şekilde doldurmaya, bu ikiliği kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Aslında bu ikiliği tamamen aşabilmek evlaysa da, ikinci en iyi seçenek bunu lehine çevirmektir; fakat CTP bunu yapmaya çalışırken, bir yandan atağa kalkmaktan söz eden, ama diğer yandan mevcut tabanı konsolide etmeye çalışan son derece defansif bir görüntü sergiliyor. Oy geçişliliğinin çok yüksek olmadığı coğrafyalarda; uygun konjonktürlerde ve ancak kemikleşmiş ve yeterince geniş bir toplumsal tabana yaslanan siyasi partiler için geçerli olacak bir yöntemi, toplumsal/siyasal koşulların buna hiçbir şekilde elvermeyeceği bir atmosferde deniyor. Hem inandırıcı değil, hem de işlevsel değil. Partinin bu denemesi, kabaca iki farklı iddiada kendini gösteriyor. İlk olarak, CTP’nin kendi iç meseleleri dışsallaştırılıyor: Statükonun sürdürülmesini hedefleyen “zihniyetin”, partiyi bölmeye, barışı savunamayacak kadar takatsız bırakmaya, küçültmeye çalıştığı iddiası var. Açıkçası, statükocu zihniyetin, CTP’nin –ve yanı sıra “federasyonu” ya da en genel anlamıyla barışçıl bir çözümü savunan tüm siyasi odakların- ortadan kalkmasından, bölünmesinden ya da en azından etkisizleştirilmesinden memnun olacağına dair hiç şüphem yok; ama CTP’nin içindeki tartışmaların müsebbibinin, dışarıdaki statükocular olduğu iddiası da inandırıcı gelmiyor. Üstelik CTP’ye yönelik en ağır eleştiriler de statükoyu savunanlardan değil, tam tersine çoğunlukla CTP’nin solunda duran ve farklı çözümler etrafında örgütlenmiş olsa da statükoya kesin bir tavırla karşı çıkan kesimlerden geliyor. CTP, kendi içinde yaşanan tartışmaların sorumlusu olarak statükocu zihniyeti ya da kendi dışında kalanları işaret ettiği ölçüde, çözüm ekseninde uzlaştırılacak iddiaların demokratik çatısı olma şansını/imkânını bir kenara bırakıp, sorunu “dışarıda”, çözümü “disiplin”de arıyor –ki kurulacak AR-GE birimi bile söylem birliğini disiplin saplantısına gerek kalmaksızın büyük ölçüde sağlayabilir; ama bu başka bir mevzu… Böylece parti, kendini üretici ve pozitif bir konumdan kararlı bir biçimde yenilemek yerine, öncelikli olarak konsolidasyona dayanan negatif bir konumdan, bir “dış tehdide” karşı “korumaya” çalışıyor. Aslında tıpkı HP’nin toptancı “yeni” ve “eski” ikiliği gibi, bu kez “çözümcü zihniyet” ve “statükocu zihniyet” ikiliği kuruluyor ve ikincisinin komplolarına karşı ilkinin doğrudan doğruya parti-içi disiplin motivasyonuyla yekvücut hareket edebileceği varsayılıyor. Bu arada sürekli olarak geçmişin yol izleri öne çıkarılıyor ve “yeni” gibi görünen “eski” statükocu zihniyete karşı, “eski” gibi görünen ama statükocu zihniyete karşı her daim “yeni” kalacak olan CTP denklemi kuruluyor. Oysa, örneğin UBP’nin de HP’nin de statükocu zihin dünyasına sesleniyor olması, ne bu ikisini bu kadar kolay bir biçimde eşitlemeye yeterli, ne de dünün siyasi/toplumsal koşullarıyla bugününkileri... Dolayısıyla, HP konusundaki tespitin “en genel hatlarıyla” yanlış olmadığını düşünsem de, bence HP’nin “eski” zihniyete giydirdiği “yeni” elbisenin ne olduğu üzerinde daha fazla durmak, buna dair tartışmayı daha fazla derinleştirmek gerekiyor. Merak eden izleyecektir, tıpkı 12 Mayıs 2016’daki “Gaileli Sohbetler”de yapıldığı gibi… Oysa yukarıda bahsettiğim mevcut denklem, kurultay konuşmaları içinde sürekli olarak bir medcezirin yaşanmasına neden oluyor: Kadın kotası, gençlerin daha fazla temsil hakkı kazanması, katılım imkânlarının genişletilmeye çalışılması gibi “değişim ve kıpırdanma” hissi uyandıran küçük adımlar bir yanda; mevcut konumuna kendinden fazlasıyla memnun bir havayla sıkı sıkıya tutunarak ve geçmiş hükümet deneyimlerinde CTP’nin attığı adımların neredeyse kusursuzluğundan dem vurarak bu konumu “yeniden” tanımlama, buna “yeni” bir isim verme çabası diğer yanda… Erhürman ve Talat’ın kurultay konuşmaları biraraya getirildiğinde ortaya çıkan tablo tam olarak bu. Bu tabloda, geçmiş ile gelecek arasında denge kurmaya ve mevcut tartışmaların parti-içi demokrasi çerçevesinde partiye zarar vermeyecek şekilde uzlaşıya varmasına dönük makul çaba, sürekli olarak geçmişe verilen referansların, geçmişteki icraatlara övgünün gölgesinde kalıyor. Oysa geleneğe kararlı şekilde sahip çıkarak onu eleştirmek ve aşmak başka, maziye methiye düzmek başka… Geçmişi inkâr etmeden, ondan ders alarak ileriye bakmak başka, partilinin melankolisini beslemek başka…
İkinci olaraksa, CTP, iyice güçlenen “denenmemiş olanı denemek” söyleminin içini, “denenmemiş olan CTP’nin tek başına iktidarıdır” söylemiyle doldurmaya çalışıyor. Burada da hem HP’nin ya da onu savunanların yürüdüğü zeminde yol almaya çalışılıyor, “o” minderde güreşiliyor hem de sorun ikinci defa dışsallaştırılıyor ve hiçbir özeleştiri olmaksızın sorumluluk seçmene atılıyor. Kıbrıs’ın kuzeyindeki mevcut atmosferde CTP, “denenmemiş olanı denemek” iddiasından güç alabilecek durumda değil gibi geliyor bana. Böyle bir “imkân” olsaydı bile, demokrasi-dışı bir müdahale ile hükümetten düşürüldüğünde dahi kendi seçmeninden destek görememiş bir parti için üretici olacak olan tutum, o partinin, seçmeni denenmemiş olana davet etmesi değil; federasyonu/çözümü savunan en örgütlü güç olmasına rağmen gittikçe zayıflarken, defalarca deneyip de yanıldığı şeyler üzerine düşünmesi olurdu.
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım iki temel iddia biraraya geldiğinde, bir çıkmazı da beraberinde getiriyor. Parti, ilk iddiasıyla iyice kendi kabuğuna çekilirken, ikinci iddiasıyla mevcut tabanından daha geniş bir tabana çağrı yapıyor. Bu iki temel iddia ise “yeniden CTP” sloganının çatısı altında biraraya getirilmeye çalışılıyor: Hükümet deneyimlerinde ortaya çıkan “bilindik” CTP; ama bu defa tüzük değişiklikleri sayesinde parti-içi katılımın daha yüksek olduğu bir parti olarak... Yüksek katılım hedefi muhakkak çok önemli; ancak hükümet deneyimlerinde tanık olunan tek sorun da maalesef sadece bu değil. Aynı şey gençlerin ana kademe karar mekanizmalarına katılımının artırılması ve seçilmişlerin görev alabileceği sürenin kısıtlanması için de geçerli…
Bu eleştirilerin yanında işin bir de olumlu tarafından söz etmek lazım… HP’nin şimdilik en güçlü kalkanı olarak iş gören “renksizliği”, farklı şekillere girmeye elverişli yapısı ve kullandığı “ikili dili” karşısında, CTP’nin tek güçlü yanı barış/çözüm/federasyon savunusundaki ısrarı... Bu ısrar, doğru kurgulanabildiği, “çözüm” fikri toplumun gündelik hayatına somut öneriler üzerinden nüfuz edebildiği ve topluma mal edilebildiği ölçüde, bugünlerde –yani barış umudunun kısmen de olsa yeniden azalmaya başladığı bir dönemde- müzakere masasında hiç kimsenin değilse bile barışa destek verenlerin statükoya itirazları daha kararlı hale gelebilir. Çözüm konusundaki ısrar tek başına yetmez; ama kurultay konuşmalarının genelinde, hiç olmazsa çözüme dönük ısrarın altının çizildiği söylenebilir. Bunun yanı sıra, tüzük maddelerinin aksayan yanları olmakla beraber, “daha fazla katılım sağlamaya” yönelik “niyet” beyanını da görmezden gelmek adaletsiz olur.