Simge Çerkezoğlu
Sümer Erek, İngiltere’de yaşayan Kıbrıslı bir sanatçı… Paylaşacağım hikâye ise, onun sanatsal kariyerinden çok daha fazlası... Sümer Erek aynı zamanda Ülmen Aygın… 1977 yılında arkadaşı Muharrem Özdemir’le İstanbul’da kaçırılarak hayatına kast edilen, arkadaşı öldürülen, şans eseri hayatta kalan, yaşadığı acılarla sanatını harmanlayan, başkaları aynı acıları yaşamasın diye ömrünü bu uğurda sürdüren bir sanatçı… Kırk yılı aşkın bir sürenin ardından bu konuyu konuşmak için hazırdı. Hayatını kökten değiştiren üç kurşunu, o zamandan bu zamana dek tüm yaşadıklarını samimiyetle anlattı.
“BİR SAVAŞ YAŞAMIŞTIM AMA BU DENLİ ETKİLENMEMİŞTİM”
Sohbetimize başlarken kendisine nasıl hitap etmem gerektiğini bilemiyorum. Kendisine istediğim gibi hitap edebileceğimi söylüyor. Hayatında çok şeyden feragat etmek zorunda kalırken bir tek sanatından ödün vermeden bu günlere gelen sanatçı, Limasol’da dünyaya geliyor. Girne’ye göç etmek zorunda kalıyor. Sanata olan ilgisi onu İstanbul’a taşıyor. Daha sonra yaşanan beklenmedik bir trajedi, yeni bir kimlikle İngiltere’ye taşınmasını zorunlu kılıyor. Yaşadığı hayat, içinde farklı kimlikleri, pek çok göçü barındırıyor.
“Gözlerimi Ada’nın güneyinde Limasol’da açtım. Çocukluğumdan bu yana, sanattan çok daha önce, benim için üretme duygusu esas oldu. Bir şeyleri güzele dönüştürme tutkusu da diyebiliriz bunun için. Ben işe sanat yapacağım diye başlamadım. Ama yaptığım şeyler çocuk yaştan itibaren yaşadıklarımın özgün dönüşümünde beden bularak sanata dönüştü. Böylece sanat hayatımda hep var oldu diyebilirim. Küçükken yaşımı yaşıtlarımdan hep daha büyük yaşadım. Şimdi bu olgun halimde yaşamı bir çocuk coşkusuyla kucaklayarak yaşıyorum. Henüz ilkokuldayken bile kendimden büyüklerle çizdim, çalıştım. Annem terzi olduğu için kumaşla da çok uğraştım. Babam marangozdu. Onun yaptıklarından da çok etkilendim. Amcamın arkeolog oluşu beni sanatın önemli kaynaklarıyla besledi. Daha sonra da zaten İstanbul’a o dönemki adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, bu günkü adıyla Mimar Sinan Üniversitesine sanat eğitimi almak üzere kaydımı yaptırdım. Tabii sizin de söylediğiniz gibi orada hayat planladığımız gibi olmadı. 7 Aralık 1977 yılında, soğuk bir İstanbul sabahında üç kurşunla benim tüm hayatım değişti. Türkiye’de iç savaşın yaşandığı günlerdi. 1980 yılındaki askeri diktatörlüğü getirecek, faşizmin tırmandığı yıllardı. Arkadaşım Muharrem Özdemir’le birlikte o sabah faşistler tarafından kaçırıldık. Onu katlettiler, bense aldığım üç kurşuna rağmen hayatta kaldım. Kurtuldum, ölmedim, yaşıyorum. Elbette tüm bunlar bütün hayatımı değiştirdi. Daha önce de Kıbrıs’ta bir savaş yaşamıştım ama o yıllar bile beni bu denli etkilememişti. Fakat bu üç kurşun beni çok etkiledi. Öldürmedi daha da güçlendirdi, inandıklarıma daha da fazla sarılmamı sağladı. Kıbrıs’ta yaşamam artık söz konusu değildi. Bize ateş edenleri teşhis etmiştim. Can güvenliğim yoktu. Böylece İngiltere’de yaşamaya başladım. İsmimi değiştirdim. Hayatıma yine sanatla devam ettim. Güzel sanatları heykel alanında İngiltere’nin en iyi okullarından biri olan St Martin’s School of Art’ta okul birincisi olarak bitirdim. Ardından yüksek lisans eğitimimi tamamladım. Kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü elime sanat gibi sihirli bir değnek verildi. Sanat hem onu üreten, hem de bu üretimi paylaştığınız insanlar için çok etkili bir güç oldu. Kıymetini bilene… Sanat benim için bir yaşam, bir varoluş eylemi oldu. Yaşadığım sürece de buna devam etmeyi planlıyorum. ”
“SANAT HAYATTA BANA ŞİFA OLDU”
Elbette İngiltere’de başladığı yeni hayatında pek çok zorluklarla karşılaşan sanatçı, bugün dünyada acılar çeken, kayıplar yaşayan insanların sesini duyurmak için çalışmaya devam ediyor. “Sanatımdan taviz vermek yerine, farklı alanlarda çalışarak hayatımı kazanıp daha özgürce sanatımı sürdürüyorum” derken de, tüm acıları geride bırakmış görünüyor.
“Sanat endüstrisi o kadar güçlü bir yapıya dönüştü ki içinde değilsen seni yok kabul ediyor. Sanatçıyı onun kurallarıyla hareket etmeye, üretmeye zorunlu kılıyor. Benim için sanat ekonomik kazanç veya şöhret anlamına gelmiyor. Yaptığım işi güzel bir yaşam eylemi olarak gördüğümü söylemek daha doğru olur. Hayatımda sanata dair yarattığım eserler kadar üretim sürecini ve bu süreçteki paylaşımı önemsiyorum. Çalışmalarımla sanat endüstrisine meta yaratmak yerine, üretim sürecinin paylaşımı, bu sürece sanat dışındaki insanları da çekip birlikte üretmeyi başarmayı önemsiyorum. Katılımcı sanat anlayışı ile birçok sanat çalışması gerçekleştirdim. Gazete Ev belki de bu projelerden en etkili olanıydı. Gazete Ev projesi İngiltere’de yapılmış olmasına rağmen dünyanın birçok ülkesindeki basına çok geniş olarak yansımıştı. Eski gazetelerden, farklı kesimlerin katkılarıyla hayat bulan bu çalışma çevre sorununa değiniyordu. Yakın dönemde gerçekleştirilen ‘Karalamanın İhtiyacı’ ve ‘Öteki Yerden Karalamalar’ projeleri, katılımcı sanat yöntemiyle sanat toplum ilişkisine hem de sanatçı sanat endüstrisi ilişkisine değiniyordu. 2017’de Londra’da gerçekleştirilen ‘Karalamanın Gerekliliği’ sergisi üçlemeden oluşan çok katmanlı bir projeydi. Bu proje küratörlük, katılımcılık ve performans gibi farklı alanlardaki sanat pratiğimi sunmamı sağladı. Bu projenin çok yoğun süreci içerisinde sanatın ne kadar önemli bir şifa işlevi görebileceğini bir kez daha deneyimledim. Belki de ilk kez sanatımın özünün nefes olduğunu kavradım. Elbette farklı coğrafyalarda yaşamak insana adeta uçan bir kuşun bakışını kazandırıyor. Bu durum adayı terk eden herkes için geçerli olmasa da, ben geldiğim yere farklı açılardan bakmaya çalışıyorum. Göçmenlik bana çok şey kattı. Sanırım bir ölüm deneyimi yaşamak da bana farklı bakış açıları kazandırdı. Tüm bunlar sanatımla birleşince de ortaya farklı işler çıktı.”
“BRÜKSEL’DEKİ SERGİM ‘ANI DURUŞU’ ÇALIŞMAMIN DEVAMI NİTELİĞİNDE OLACAK”
Geçtiğimiz günlerde önemli bir projeye imza atan sanatçı, statü ve ekonomik kaygı taşımadan yaptığı tüm çalışmalarıyla öz yaşantısının yansımalarını toplumla paylaşıyor. Topluma sanatla bir şeyler söylemeye çalışırken, kırk yıl aradan sonra geçmişini de gün yüzüne çıkarıyor.
“Sanat anlayışımda farklı malzemeleri ve farklı disiplinleri birlikte kullanıyorum. Her projem bir diğerinden farklı olabiliyor. Biçimden, görsel üsluptan çok işin özü kavramıyla uğraşıyorum. Performans da bu sanat pratiğimin bir parçası. 7 Aralık anısına geçtiğimiz ay iki ayrı performans gerçekleştirdim. ‘Anı Duruşu’ ismini verdiğim bu çalışmamın ilkini İstanbul Boğazı’nda yaptım. Arkadaşım Muharrem Özdemir’in, tamamlanmamış portresi ve çekilen son fotoğrafından üretilen eserler görselleri oluşturmamda kaynaklık yaptı. Bu ‘Anı Duruşu’ndan sonra eserlerden birini kâğıttan gemiye dönüştürerek, o günkü adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden Boğaz’ın dalgalarına bıraktım. İkinci sanat performansımı ise Muharrem’in doğup büyüdüğü şehirde Lefkoşa’da gerçekleştirdim. Surlar içindeki bir sokağı Özdemir’in özgün imajlarını taşıyan eserlerle donattım. Bu çalışma Şubat ayında Brüksel’de gerçekleşecek kişisel sergimin bir parçası olacak. Bu sergide Muharrem’den alınan yaşayamadığı her güne tekabül eden imajlar olacak. Kırk yılda, üç yüz altmış beş güne denk gelen, on dört bin altı yüzün üzerinde her biri özgün görsel imajdan oluşacak bir çalışmadan bahsediyorum. Kırk kitaptan oluşacak bu görseller bir video enstalasyonunun parçası olacak. Burada o günleri yaşayan, bu olayın ve o dönemin bıraktığı izi kişisel ve toplumsal olarak anlatabilecek kişilere ulaşarak onların yazılarından oluşacak katkılarına 41. kitapta yer vermeyi planlıyorum. Bu kitap yayınlanmayacak, sadece bu serginin bir parçası olacak. Bu röportaj ile de katkıda bulunmak isteyenlere çağrıda bulunuyorum. Daha sonra bu sergiyi Kıbrıs’a ve Türkiye’ye de taşımayı hedefliyorum.”
“BU ÖNEMLİ OLAYI DUYGUSALLIĞIMLA BOĞMADAN İNSANLARLA PAYLAŞMAK İSTEDİM”
Elbette sohbetimizi tamamlamadan önce neden kırk yıl aradan sonra bu konuların gündeme taşındığını merak ediyorum. Öyle sanıyorum ki Sümer Erek’in geçmişi sindirmek için zamana ihtiyacı vardı ve en doğru zamana da kırkıncı yılda ulaşmıştı.
“Kırk yıl aradan sonra bu konuyu gündeme getirmemin nedeni aslında kendimi sonunda bu konuya eğilecek kadar sanatsal anlamda doyuma ulaşmış hissetmek. Bu denli önemli olayı, duygusallığımla boğmadan insanlarla paylaşmak istedim. Konu saflığını, hassasiyetini hiç kaybetmesin istedim. Adım adım bugüne geldim. Olgunlaştım. Daha da bilinçli bir şekilde en büyük felaketlere rağmen sanatımla güzelliği bulmaya, dönüştürmeye, yaratmaya çalışıyorum.”