Ulus Irkad
Dün, Cumartesi 16 Ocak 2016 tarihinde, Chato Status’ta, sınır üzerinde bir panele katıldım.
Bu konferansın olacağını duyunca, bunun Kıbrıs’ın tekrar birleşmesi, tekrar biraraya gelmesi ve özellikle öğretmenlerin bu olayda yer alması için bir fırsat olduğunu ve öncelikle her iki toplumdan biz öğretmenlerin biraraya gelip tartışmalarımızın da bu konuda örnek teşkil edeceğine inanarak, KTÖS’lü ve DAÜ-sen’den arkadaşlara beni de listelerine dahil etmelerini istedim.
Sağolsunlar, tüm arkadaşlar buna saygı gösterdiler ve beni de listeye dahil ettiler. Konferans tüm katılımcıların da oraya gelmesiyle başlamıştı ama öncelikle orada olan Kıbrıslırum meslektaşlarla sohbet etmeye başladım.
Onlardan bir tanesi aslında bu gibi olaylara inanmıyordu. Ona göre halkı inandırmak zordu ve özellikle kendi halkları Barış Eğitimi gibi bir olayı kabul etmiyordu. Ona ve onun gibi düşünenlere uzun zaman alsa bile gene de bir yerlerden başlamak gerektiğini söyledim.
Onlara, bizim 22 sene önce Kıbrıslırum arkadaşlarla onca engele rağmen, gerek Ledra Palace’da gerekse Beyarmudu’nda birçok aktivite yaptığımızı, bu aktiviteleri yaparken öncelikle Kıbrıslıtürk Dışişleri Bakanlığı’ndan devamlı olarak engellendiğimizi, en az bir hafta önceden Dışişleri ve Azınlıklar komitesine liste hazırlamak mecburiyetinde kaldığımızı, hatta müracaat yaptıktan sonra bile gene engellerin sona ermediğini, Barikata gelsek bile bu defa da polis tarafından, kendilerine Dışişleri Bakanlığı’ndan verilen son emirle geçişimizin engellediğini, bu şekildeki muamelelerle yüzlerce defa karşılaştığımızı ama buna rağmen mücadeleyi bırakmayarak devam ettiğimizi ve aradaki teması sağladığımızı belirttim.
Yüzlerine baktığımda bazılarının bunda inançsızlık belirttiklerini gördüm. Bu arada konuşmama da 22 sene önce Kıbrıslıtürk tarafındaki rejim tarafından mahkemelere verildiğimi, aleyhimde getirilen suçlamalarda onbeş yıl hapsimin istendiğini, ama buna rağmen faaliyet ve aktiviteleri durdurmadığımı, sonuna kadar korkmadan hapsolma tehlikem olsa bile devam ettirdiğimi de ekledim.
Tınmayanlar oldu, hatta inanmayanlardan olan baş kişi, “Bak gördün mü bu işin zorlukları çok” diyerek işin içinden çıktı. Her neyse, nihayet panel başladı ama Kıbrıslırum sendikalarından OELMEK’in DAÜ-SEN’in oraya katılmasını protesto ederek, panele katılmadığını öğrendim.
Daha önce de aynı şekilde OELMEK’in ETUC temsilciliği konusunda, gene bizim KTÖS’ü protesto ettiğini biliyordum. Gene bu panele bu yüzden katılmadıklarını, gösterdikleri sebebin de DAÜ-SEN’in 1974 sonrası kurulmasının olduğunu da duydum sendikacı arkadaşlardan.
Tamam, DAÜ-SEN, 1974 sonrası kurulmuştu da, bizim sendika 1968 yılında kurulmasına rağmen, bizim ETUC temsilciliğimizi bu adamlar daha önce niye protesto etmişlerdi? Bizim sendikamız 1974 öncesi kurulmasına rağmen bu adamlar niye her aktivitede bir mızıkçılık çıkararak havayı bozmaktaydılar? Kendini üstün görme ulusçuluğu burada da kendini gösteriyordu. Doğrusu emekten yana olan bir Kıbrıslırum sendikasının bu şekilde ayrımcılık kokan bu fikirlerini onaylamadığımı açıkça belirttim.
Her neyse panel başladı. Sırasıyla sendikacılar ve ETUC ilgilileri, hatta BM’den, UNESCO’dan bir bildiriyi okuyan bir Kıbrıslırum arkadaş, konuşmasını bitirdi ve bize görüşlerimiz soruldu.
Önce ben sözü alarak dünyadaki sorunlar, bölgemizdeki IŞİD, Bosna, Güney Afrika ve Avrupa, bilhassa AB ülkelerindeki ırkçı ve yabancı düşmanı hareketler üzerine durarak, bilhassa Avrupa’da Xenefobia, yani yabancı düşmanlığının, şu anda IŞİD gibi İslamcı faşist ve terör örgütlerinin kaynağı olduğunu , bunlar sürdükçe bilhassa Avrupa ve ABD gibi ülkelerinden bile IŞİD’e, oradaki azınlıklardan destek verileceğini söyledim , dersler kanalıyla bu gibi ırkçı ve ayrımcı fikirlerin yayılmasının önüne geçilmesi üzerinde durdum.
Ben sözümü bitirdikten sonra önce bir Kıbrıslırum meslektaş söz alarak iki toplum arasında sevgi eksikliğinin olduğunu, bunun olması gerektiğini söyledi ama bana göre gene de imalı yaklaşımları olmuştu ki aynı gruptan bir hanım mikrofonu ele alarak, konuşmaya ve Kıbrıslıtürkleri tümüyle suçlayıcı, 1974’ün kendilerine felaket getirdiğini , onlar için önemli olanın ırkçılık veya yabancı düşmanlığı değil, 1974 olduğunu söylemeye başladı.
Konuşmasında tümüyle Kıbrıslıtürkleri suçlayan öğeler vardı. Ondan sonra mikrofonu ele alan bir başka Kıbrıslırum hanım da gene Kıbrıslıtürkleri, özellikle de Pile’deki Kıbrıslıtürkleri eleştirdi ve orada Kıbrıslıtürkleri davet etmelerine rağmen Kıbrıslıtürklerin ayırımcı davranarak aktivitelerine katılmadıklarını belirtti.
Haklıydı da, bunu tüm Kıbrıslıtürklere mal etmenin bir anlamı yoktu tabi ki ve de farklı Kıbrıslıtürklerin olması, özellikle köyde bir zamanlar bizlerin de “Dostluk evi” diye Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk öğrencilerle yaptığımız aktivitelerin, gerek Kıbrıslırum köylüler ve gerekse de Kıbrıslıtürk köylüler tarafından hoş karşılanmadığını hatırladım.
Gene 2003 öncesinde, Kıbrıslırumların “Makedonya” Kulübü diye Yunanistan bayraklı kahvehanelerinin olduğu, Kıbrıslıtürklerin ise buna karşılık kahvehanelerinin üzerine “Kıbrıs Türk Kahvehanesi” diye yazdıklarını da anımsadım. Hatta bize karşı bazı Kıbrıslıtürk köylülerin de pek sempatik bakmadıklarını, devamlı olarak bizi istihbarat dairesine ispiyonladıkları da aklımdaydı.
HADE dergisi için toplantılara gittiğimde en az 20 Kıbrıslıtürk sivil polisin peşimde oldukları her zaman için anılarımdadır. Kaç defa tutuklanarak, soruşturma için Beyarmudu Polis karakoluna götürüldüğüm de aklımdadır.
Genelleme yapmak yanlıştı ama ulusalcılık yaparak tek bir toplumu suçlamak ve eleştirmek de yanlıştı çünkü Kıbrıs sorunundaki yanlışlar her iki taraftandı.Yani birbirimize gülünecek tarafımız yoktu. Ama köyde, Pile ve Beyarmudu Piknik alanlarında onbinlerce Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum’un o dönemlerde festivaller yaptığını da görmezlikten gelmemek gerekiyordu.
Bu konuşmalar olunca ve mikrofon da sunucuya verilince bu konuşmaları yapanlara bir yanıt vermek istedim çünkü bana göre önyargılı davranışlar vardı ve Kıbrıslıtürk halkını Kuzey’deki statükoya karşı mücadele vermez bir statüde göstererek önyargıda bulunmalarını da yanıtlamak istedim.
Onlara ne 1963’ü ne de 1974’ü onayladığımızı, onların da aynı şekilde yapmaları gerektiğini söyledim. Bana göre tatmin olmadılar çünkü bu işler sadece bir defa olacak bir olay değildi ve eğer devamlılık arzetmezse bu defa da belli ki gene işimiz hüsrandı.Ne yazık ki yanıt vermek için bana mikrofon verilmedi.
Bunun üzerine bir DAÜ-SEN’li arkadaş mikrofonu alarak Türkiye Güney kıyılarında kurulmakta olan santralden bahsederek bunun infilak etmesi durumunda, zararlarının Kıbrıs’a çok büyük olacağını ve iki halk olarak bunlara odaklanmamız gerektiğini söyledi. Bense bana konuşma hakkı verilmediği için sadece o kadınlardan birine birşeyler izah etmeye çalıştım.
Bizim de kuzey’de bir değişim, barış ve çözüm için mücadele verdiğimizi söyledim. Ayaküstü bir konuşmaydı, bu arada sesimi de yükselterek her iki tarafta acılar olarak algılanan 1963 ve 1974 olaylarını protesto ettiğimi söyledim. Ama pek İngilizceleri olmayan bu öğretmenler beni ne kadar anladılar bilemiyorum.
Belli ki biz de, bize söylendiği kadarıyla bir çözüme pek de yakın değiliz. Hala daha ulusçuluklar her iki tarafta etkin. Güney’de de etkin. Rövanşist yaklaşım ve 1974’ün acılarını unutamama, hatta bunun intikamının alınmasını öngören bayağı geniş çevrelerin olduğu da gerçek.
Bence bunun ortadan kalkması için çok yaygın, gerekirse geniş ve uzun zamanlı tartışmaların olacağı, sık toplantı ve örgütlenmelerin olması gerekiyor. Aksi takdirde bu durum ve bizdeki Türk şövenizminin etkileri, statüko, onlardaki ırkçılık derecesindeki şövenizm ve ulusçuluklar bizi gerçekten taksime götürecek.
Güney’deki söylemler ve önyargılar da, Kuzeydeki statüko ve önyargılar da, aradan geçen 42 yıllık zaman da gittikçe kalıcılaşıyor. Halkın barış ve çözüm süreçlerinden uzak tutulmaları ve de şeffaf olunmaması Kıbrıs’a çok şeyler kaybettirecek.
Elitlerin, veya tek bir partinin sürece katılarak bir devrim veya köktenci bir değişim getireceği inancı, halk desteği olmazsa bana göre hüsrandır. Bu bir uyarıdır…
(YENİÇAĞ – Ulus IRKAD – 17.1.2016)