UMUDUN DİLİ: ANLAMIN KEŞFİ

İnsanın kökeni ve sosyolojisi hakkında kitaplar okuyarak, insan olmanın gerçek anlamını kavrayamayız, o anlamın bizzat kendisi olamayız... denizler ve sular hakkında binlerce şey bilsek de bunun bir denizde yüzmenin harika deneyimini vermemesi gibidir bu

Yılmaz AKGÜNLÜ
yakgunlu@yahoo.com

Konuşuyoruz ama boşuna. Tam birbirimizi anladığımızı sandığımız anda bakıyoruz ki hiçbir şey anlaşılmamış. Kendi kendimize düşünüyoruz. Ama bu düşüncelerin de bizi berrak bir düşünce dünyasına kavuşturduğunu söylemek zor. O zaman aklımıza şu soru geliyor. Dil bir anlaşma aracı mıdır? Yoksa tam tersine birbirimizle anlaşmamızı engelleyen bir ortam haline mi gelmiştir?

Bu yazıda dili kullanma biçimimizin ne kadar kısıtlı ve saptırıcı olduğunu ve daha üstün bir dilin mümkün olup olmadığını tartışacağız. Bu yeni dili keşfedip yoğun ve sıkı bir eğitimle kendimizi ve dünyamızı uyumlandırabilirsek şu üç şeyi başarabiliriz:

  1. Dünyayı deneyimlemenin yeni ve daha hakiki bir biçimine ulaşmak
  2. Ulaştığımız bu hakikati daha etkin yollarla ifade edebilmek
  3. Başkalarıyla daha etkin bir şekilde dünyayı yeniden yaratabilmek.

Bu demektir ki toplumda düşünsel ve dilsel bir devrim gereklidir. Bozulmuş, çarpıtılmış dünyamızı oluşturan kavramlarımızı yeni baştan hakiki anlamlarına göre yazmalıyız. Böylece dilin bizi uyuşturan değil uyandıran ve yolumuzu aydınlatan bir araç haline gelmesine olanak sağlamalıyız. Dil daha en başta bize dünyanın birlikte uyumla akan, uyumsuzluk gibi görünen şeylerin bile bu uyumun bir parçası olduğu bir dünyayı resmetmez. Aksine, örneğin eşitlik, özgürlük, mutluluk, ölüm, yaşam, insan, doğa gibi kavramların birbirleriyle ilgisiz kopuk süreçler olduğunu söyler.

Dilin Tuzakları

Konuşma garip bir konu. İnsanlar konuşa konuşa anlaşır deriz, ancak görünen o ki bu kadar çok konuşmanın, sözcüğün ve dilin olduğu dünyamızda birbirimizle pek de iyi anlaştığımız söylenemez. Birbirimizle anlaşmayı bir kenara bırakalım, çoğu insan kendi içinde bile yeterince net ve berrak değildir. Sürekli bir düşünme (yani kendi kendine konuşma) hali içinde olan insan bir türlü kafasındaki karışıklığı çözememekte, ne istediğine, kim olduğuna ve hayatın ne olduğuna karar verememiş bir halde görünmektedir. Belli ki bunda sözcüklerin ve o sözcüklerin oluşturduğu düşüncelerin ve o düşüncelerin oluşturduğu dünyanın büyük payı var. Sanki de düşüncelerle oluşturduğumuz bu sembolik dünya, “gerçek anlamda var olan” bir şeylerin önündeki bir engel gibi görünmektedir.

İnsanlar, dille oluşturdukları ve kendilerini “gerçek” dünyadan koparan bu kaotik sözcükler dünyasından kurtarabilmek için felsefe, sanat, psikoterapi, din, maneviyat gibi yollar oluşturdular. Felsefeyle düşüncenin ve dilin sınırları, imkanları ve imkansızlıkları, nasıl düşünebileceğimiz gibi konulara eğildiler. Sanat yoluyla dilin ötesine geçmeye ve farklı araçlarla duygularını ve yaşantılarını ifade etmeye giriştiler. Psikoterapi ile insanın duygu durumunu yönlendiren karakter, bilinçdışı, rüyalar gibi olgular üzerinden dünyayı kavramayı ve bu dünyaya bir düzen ve anlam vererek içsel dünyayı iyileştirmeyi amaçladılar. Din ve maneviyat ile insanın varoluşunun akıl, mantık ya da bilimle açıklanamayan alanlarına inanç, mitoloji, ibadet ve ahlakın günlük uygulamaları yoluyla bir yanıt vermeye çalıştılar.

Bütün bu alanlar ya da kurumların ortak bir noktası var aslında. Hepsi de insan olmanın günlük dillerle çözülemeyen birçok sorununu çözme çabası içindeler. Kişilerin bu çabada başarılı olmaları ise bu alanlardan birinde ya da birkaçında gösterdikleri yoğun ve içten katılımla mümkün olmuş görünüyor.

Ancak bütün bu alanlar kurumsallaştıkça ve dilin egemenliğine girdikçe zaman içinde birbirleriyle çatışmışlar. Bırakın mesela din ve bilimde olduğu gibi birbirleriyle çatışmayı, kendi aralarında bile büyük ayrımlar, kavgalar yaşamışlar. Dinde, felsefede, hatta bilimin çeşitli dallarında büyük savaşlar, çatışmalar olmuş ve olmaya devam etmekte. Aslında dilin ötesine geçmesi gereken bu büyük sistemler gene de dilin kurbanı olmuş. Özgürleştirici olması gereken bu kurumlar sabit yapılara dönüşmüş ve yaşamın özsuyuyla olan canlı bağımızdan bizi koparmışlar.

Bu dünyada oluşumuzun çoğu zaman pek de farkında olmadığımız en garip özelliği de sanırım yaşadıklarımızı ayrı benlikler olarak yaşıyor gibi algılamamız. Bu bir algı meselesi mi? Yoksa gene dil yoluyla oluşturulmuş sahte bir gerçeklik midir? Bu konu özellikle bu çağda inanılmaz bir öneme sahip. Çünkü bugün dünyanın hem çevresel hem sosyal alanlarda gitgide büyük sorunlarla karşılaşmasındaki en büyük etken; belki de herkesin kendi bireysel çıkarlarının peşinde koşması, kendimizi hem zamansal anlamda diğer zamanlardan kopuk bir özne olarak, hem de dünyanın geride kalan sosyal ve ekolojik bütünlüğünden ayrı bir yerde konumlandırmamızdır. Bu ifade pek de ikna gerektirmeyen bir gözlem olsa gerek. Bunu biraz açalım. Yani bugün dünyada yaygın olarak kabul edilen temel gerçeğe göre bizler belli bir zamanda doğmuş ve belli bir anda ölecek olan birer özneyiz. Doğmadan önce yoktuk ve ölünce de yok olacağız ya da kimi inançlara göre başka bir dünyada yeniden doğacağız. Yani kendimizi zamanın içindeki bir süreklilik olarak görmeyiz. Aynı şekilde ben diğer insanlardan ve fiziksel varlıklardan ayrı bir bedenim. Bu da değiştirilemez ikinci varsayım. Dünyamız sanki de bu iki varsayımın temel kural olarak kabul edildiği bir oyun olarak kurgulanmış durumdadır.

Durum böyle olunca bir insanın başkalarının mutluluğunu kendisinin gibi görüp buna uygun şekilde yaşaması ve davranması pek mümkün olmuyor. Ya da dünyayı tüketmekte pek bir sakınca görmüyor, çünkü zaten büyük felaketler olmadan kendisinin ölüp gideceğine inanıyor. Bu algıdan vazgeçmemiz mümkün mü? Şu anki koşullarda bu çok zor bir görev.  Ancak en azından algımızı sarsmaya, onu eğitmeye ya da geliştirmeye başlayabileceğimiz bir yer var. Ve sanırım tek umut da burada: Bu yer insanın düşünceleri, o düşüncelerdeki çelişkiler. O düşünceler hangi kavramlarla oluştu peki? Dili kullanma biçimimiz nasıldır? Bu konularda başlanacak tartışmalar ve diyaloglar zaman içinde insanlarda temel bir algı değişiminin önünü açabilir.

Kısacası eğer bir yol önereceksek bu yol insanların (toplumların) kendi düşüncelerinin farkına varmalarından geçiyor. Farkına vardığımız bu düşüncelerin bizi nasıl bir bataklığa soktuğunu anladıktan sonra çözümün düşünce yapımızın kökten değişmesiyle mümkün olacak yepyeni bir algı ve bu algıyla dönüşüm geçiren yepyeni bir insana doğru evrimleşmek olduğunu görebiliriz.

Kavramlara verdiğimiz anlamlarla bir dünya oluşturduğumuzu söylemiştik. Bu dünya maalesef gerçek dünya değil, gerçeği saptıran, bozan, çarpıtan bir yapı. Bu durumu daha iyi açıklayabilmek için bir kavramı kullanabileceğimiz üç anlam düzeyinden bahsedelim. Bu üç farklı anlam düzeyi üzerine biraz düşündüğümüzde dilin gücünü ve dünyamız üzerindeki etkisini daha iyi anlayabileceğiz.

Üç Anlam Düzeyi

Birinci anlam düzeyi bir kavramın herkes tarafından anlaşılabilen en basit kullanımına ilişkindir. Örnek olarak birkaç kelimeyi ele alalım. Su ve insan kavramlarını inceleyelim. Birinci anlam düzeyinde “su” her gün kullandığımız bir maddedir, onun üzerinde pek düşünmeyiz, sadece hayatımızın bir parçası olarak onu kullanırız. Suyla ilgili deneyimimiz bu düzeyde ona ihtiyaç duymak ve ihtiyacımızı gidermekle sınırlıdır. Ancak suyu daha bilimsel bir anlam düzeyinde de bilebiliriz. Suyun moleküler yapısını, özelliklerini, dünyadaki su miktarını, vücudumuzdaki önemini vs. bildiğimiz bu düzey bilimsel, nesnel olan ikinci anlamdır. Bu düzeyde su gözlemlenen, hakkında araştırma yapılan, üzerinde düşündüğümüz bir maddedir. Dikkat ederseniz bu iki düzeyde de su hakkında kendimizden ayrı, uzak ve mesafeli, duygusal olmayan bir algı içindeyizdir. Su bir soyutlamadır, sadece cansız bir maddedir.

Üçüncü anlam düzeyinde ise su bir araç ya da soyutlama değildir, o canlı canlı yaşanan, duyumsanan, varlığıyla doğrudan ve bir amaç olarak karşılaştığımız bir gizemdir. Amaç derken kast ettiğim onun bir ihtiyacımızı karşılayan ya da uzaktan gözlemlediğimiz bir araç değil, kendi başına varoluşumuzun hedefi olmasıdır, burada suyla aramızda keskin çizgiler çekmeyiz, onunla yoğun bir ilişki, bir bütünleşme içindeyizdir. Su bir soyutlama değildir, yani belli bir anda belli bir biçimde somut olarak yaşanır, örneğin içine girdiğimiz ‘deniz’ olarak, ‘içtiğimiz’ bir bardak su olarak, keyifle seyrettiğimiz ‘yağmur’ olarak. Suyun üzerinde kavramsal olarak düşünmeyiz, onu keyifli bir dost olarak, bir alan, bir ortam, bir gizem olarak yaşarız. Suyu şiirsel, varoluşsal, fenomenolojik olarak deneyimlediğimiz bu düzeyin diğer iki düzeyden çok önemli farkları vardır. Biz burada suyun hakikatiyle karşı karşıyayızdır. Onunla bütünleşiriz, biz de su oluruz. Diğer düzeylerde suya pek de saygı gösterdiğimiz söylenemez, onun değerini takdir ederiz ama bu gene de ihtiyaçlarımız için ne kadar elzem olduğuyla alakalı bir saygıdır. Ancak üçüncü anlam düzeyinde ise su sanki de canlı ve ilahi bir varlık gibidir, kutsal, değerli, yüce bir varoluşu vardır. Su aldığı her biçimle bizi büyüler. Sonsuz, sayılamaz biçimler alabilir su. Örneğin su şefkattir. Onu bir dere kenarında ayaklarımızı okşarken hissettiğimizde yumuşak dokunuşuyla ‘şefkatin’ gerçek doğasını buluruz onda. Oysa bambaşka bir ortamda su güçtür. Bir fırtınayı izlerken hiddetli bir gücün varlığını duyumsarız dalgaların zapt edilmez enerjisinde. Karlı bir dağ manzarasına bakarken sessizliğin ve dinginliğin güven veren ruhu olur su. Donmuştur ve hareketli halinin tam tersine durmanın anlamını ifşa eder bize. Kutuplardaki buz dağlarının ya da devasa kristallerin her birinin kendine özgü sanat eserleri olmadığı söylenebilir mi? İcracısının bizzat doğa olduğu sanat eserleri değil midir bunlar?

“İnsan” kavramı ikinci seçtiğimiz örnekti. Bunu da üç ayrı anlamda kullanabiliriz. Birinci düzeyde hayvandan farklı olan ve bizi de kapsayan ‘akıllı’ diye tanımlanan bir canlı türünü kast ederiz. İkinci düzeyde birçok bilim dalının ve özellikle de psikolojinin, sosyolojinin ve antropolojinin incelediği bir varlık olarak insan vardır. İnsanı burada gene kendimizle alakalı görsek de aslında sanki dışına çıkıp da inceler gibiyizdir. Evrimsel süreçlerde insanın nasıl ortaya çıktığı, sosyal ilişkilerinde nasıl bir varlık olduğu, ilişkilerinde ve kendi zihnindeki psikolojik olaylar açısından insana bakabiliriz. Gene de bütün bu bakış açılarının indirgemeci olduğunu görebiliriz. İnsan o ya da bu teoriye göre belli özelliklerine göre incelenen bir varlıktır. O teorideki kuramsal yapı hangi özelliğe odaklanmışsa insan bütünselliğinden soyutlanarak o özelliği ekseninde ele alınır. Ve bu da geride büyük bir boşluk bırakır, çünkü insanla ilgili değişkenler aslında biliriz ki sınırsızdır. Biz sınırsız bir şeyi birkaç özelliği bağlamında ele alırsak onu açıklamış gibi hissedip davransak da bu muhtemelen sahte ve eksik bir açıklama olacaktır.

Üçüncü anlam düzeyinde insan kozmolojik bir düzeyde bir oluş, sonsuz bir varlığın kendini en üst düzeyde ifade ettiği yüce bir hal olarak anlaşılır. Burada keskin, belirgin tanımlar yapılamaz, o en üst düzeyde bir bilinç-oluş-vecd (sat-chit-ananda) halidir. Sonsuz bir okyanustaki gizemli bir kayboluş, bir bedenlenme ve yok edilemez-boşluk biçimsizliğindedir. Hem biçim hem biçimsizliktir. Bunlar sadece o anlam düzeyindeki yaşantıları betimlemeye yarayan şiirsel ifadelerdir. Her birey tarafında dilin alt anlamlarından kurtulmuş bir halde doğrudan deneyimlenen bir sonsuz özgürlük ve mutluluk halidir. Tabii ki üçüncü ve en üst düzeydeki anlamını yaşayabilmek, daha doğrusu O olabilmek için birinci ve ikinci anlamların belirlemelerinden özgür bir zihin ve buna uygun bir uygulama gereklidir. Bu uygulamaya ‘arınma, yoğunlaşma, öze inme’ ya da geleneksel haliyle ibadet denilebilir. Yani insan kavramı bu halde başkalarına aktarılabilen bir soyutlama değildir. İsimsiz, engin, tam bilgi ve doyumun olduğu bir sürekliliktir. İnsanın insan olmasıdır. Bu anlam ancak tam anlamıyla insan olunarak bilinebilir. Burada bilen insanla bilinen insan arasında bir ayrılık kalmamıştır.

Üçüncü anlam düzeyinde ulaşılan her şey kendi deneyimlerimizle yaşanabilir ancak. Başkalarından ödünç alınamaz. Örneğin suyla yaşadığımız harika deneyimleri kelimelerle ifade etmeye çabalasak da ancak karşımızdakine ilham verebilir ya da onu bu hale ulaşmak için cesaretlendirebiliriz. Asla başkalarına doğrudan yaşatamayız. Ancak mesela ikinci anlam düzeyindeki, dünyanın yüzeyinin üçte ikisinin su olduğu ya da sıfır derecede donduğu gibi bir bilgiyi bir öğretmen sınıfındaki onlarca öğrenciye kısa bir anda öğretebilir. Buradan da şu sonuca varabiliriz ki, birinci ve ikinci düzeyde kavramların bilgisine ve anlamına ulaşmak mekanik ve kolay bir yol izlerken üçüncü düzey çok daha yoğun kişisel çabalar, cesaret, farklı şeyleri deneme ve hissetme iradesi gibi üst düzey beceriler gerektirir.

Dünyada karşılaştığımız hemen hemen bütün önemli konularda üçüncü yani hakiki anlam düzeyine ulaşmak bize dünyanın gerçek doğasını hem doğrudan yaşama imkanı verir, hem de varlığın büyümesi ve olgunlaşmamız anlamında son derece gerekli ve kaçınılmazdır. İnsanın kökeni ve sosyolojisi hakkında kitaplar okuyarak, insan olmanın gerçek anlamını kavrayamayız, o anlamın bizzat kendisi olamayız. Tıpkı denizler ve sular hakkında binlerce şey bilsek de bunun bir denizde yüzmenin harika deneyimini vermemesi gibidir bu.

Adem ve Havva Mitine Üçüncü Anlamın Uygulanması

İnsan olmanın anlamını iki bin yıla yakın bir süre boyunca açıklayan en önemli mitolojik hikaye Adem ve Havva mitidir. Bu mitin bize sorduğu soru ve cevaplardan bihaber yaşadığımız bir çağdayız. Bilimin baskın güç haline gelmesiyle bugün çoğu insan için bu mit önemini ve anlamını kaybetmiştir. Garip bir şekilde evrim teorisiyle yaratılış mitleri birbirleriyle rekabet eden farklı açıklamalar haline getirilmişlerdir. Aslında bu durum tam da üçüncü anlam düzeyini kaybetmiş olmamıza mükemmel bir örnektir. Bugün inançlı birçok insan maymundan evrimleştiğimiz fikrine inanmaya karşı direnç göstermektedirler. Evrimsel açıklamaya inanılsa bile insanın kozmik bir düzenin bir parçası olarak ne anlama geldiği, sevgi, iyilik ve ahlakın kaynağının ne olduğu gibi konularda cevaplanmamış sorular durmaktadır. Ve evrim teorisi bu konularda tatmin edici bir açıklama ortaya koyamamaktadır.  Öte yandan bilime inanan insanlar ise evrim teorisine inanırken, insanın kendisini nasıl insan olarak bildiği, farkındalığımızın kaynağı ve kötülüğün anlamı konularında onları düşündürecek bir mitten yoksundurlar.

Mitler gerçekten olmuş olan olaylar olmak zorunda değillerdir. Ancak gerçekten olmuş olan olaylardan çok daha gerçek olabilirler. Onların gerçekliği farklı bir düzeyde, bilinçdışı, sembolik ve hakiki yaratım düzeyinde gerçektir. Mitler bize koşullandırılmış fiziksel algılarımızla kavrayamadığımız içsel, imgesel tasarımlar sunarlar. Ve böylece daha üst bir algı düzeyine açılan kapılar olurlar. Aslında mitler tamamen yok olmamıştır, sadece kapitalist tüketim toplumu tarafından kendi çıkarlarını uygun şekilde yeniden yaratılmışlardır. Süpermen, Demir adam, Batman gibi popüler kültürün kahramanları ya da belki de her cinayeti çözebilen Sherlock Holmes gibileri. Ancak bu mitler bize kişiliğimizin büyümesi ve dünyaya uyum sağlama konusunda yardım etmek şöyle dursun, dünyayı güç ve akıl ekseninde tanımlamalarıyla ruhsal dünyamıza olumsuz etkilerde bulunmaktadırlar.

Adem ile Havva miti son derece sorgulatıcı ve düşündürücü bir mittir. Öncelikle insanın varoluşundaki çok önemli birçok soruna işaret edebilmektedir. Mitin temel gücü insanın kim olduğuna, neden acı çektiğine ve bu acıdan bir çıkış yolu olup olmadığına cevap vermesindedir. Bir miti sadece geçmiş bir zamanda olmuş kozmolojik bir olayın anlatımı olarak görmek onun hakkını veremez. Her mit aslında insanın yaşamında ve içinde her an olan olayları anlatmaktadır. Bir mitin her birey tarafından yeniden üretilmesi/canlandırılması ve yaşamının etkin güçleri olarak ondan yararlanılması gerekir. Böylece mit gerçek anlamını bulur ve yaşayan bir şey haline gelir.

Adem ile Havva miti bir kader ve sorumluluk mitidir. Mitin başlangıcında insanın güven ve huzur içinde Yaratıcısıyla bir olduğu bir hal vardır. Metafizik ve psikolojik haliyle bu durum, insanın aslında özünde ve yaşamına başladığı her anda varoluşla bir olduğu bir denge durumunu işaret eder. İnsan cennettedir ve masumdur. Ama onun bir kaderi vardır: İnsan olmak. Eğer sadece bu denge durumunda kalabilseydik, tıpkı annemizin kucağındaki mutlu günlerimizde olduğumuz gibi olabilseydik her şey ne güzel olurdu! Ancak içimizdeki bir şey bu durumun sürdürülemez olduğunu bilir. Annemiz ve babamız ya da bizi yaratan ve destekleyen koşullar değişime uğrayacaktır. Bu değişim sonucu bebekliğimizin masum cennetinden kovulacağızdır. Dış dünya annemiz ve babamız gibi değildir, tehlike ve kötülüklerle doludur. Bir cennet bahçesi yaratılmış ve tıpkı bir bebek gibi Adem ve Havva bu cennete konmuştur.

“‘Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin’ diye buyurdu, ‘Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.’” (Tevrat: Yaratılış 2:16-17)

Burada söylenmek istenen iyiyi ve kötüyü bildiğinde, yani dünyayı birbirine karşıt olgular olarak bildiğinde artık ölümün varlığını da yaratmış olacağımızdır. Adem ve Havva sonsuza kadar o mutlu hal içinde kalabilirler miydi? Burada yılanın yardıma yetiştiğini görüyoruz.

Ondan sonra bir yılan Havva’yla konuştu.  “Yılan kadına, ‘Tanrı gerçekten, “Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin” dedi mi?’ diye sordu.  Kadın, ‘Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz’ diye yanıtladı, ‘Ama Tanrı, “Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz” dedi.’  Yılan, ‘Kesinlikle ölmezsiniz’ dedi, ‘Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.’ Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar.” (Tevrat: Yaratılış 3:1-7)

Yılanın sözleri durumu değiştiriyor. Bir bakıma yılan Havva’nın içinde bulunduğu çıkmazda bir kurtarıcı olarak ortaya çıkıyor: Tanrı’nın söylediğinin aksine cennet bahçesinin ortasında duran yasaklı ağacın meyvesinden yemek insana bilgelik kazandırıyor. Bu onların gerçeği görmelerine, gözlerinin açılmalarına neden oluyor. O halde Tanrı neden onların gerçeği bilmelerini istemedi? Onların iyiliğini isteyen Tanrı mıydı yoksa Şeytan’ı temsil eden yılan mı? Hikayeye göre insanın evriminde kaçınılmaz bir an geliyor ve insan baştan beri bildiği ve itaat ettiği Tanrıya artık itaat etmemeyi seçiyor. Burada “Tanrı gibi olacaksınız” ifadesi özellikle dikkat çekici. Tanrı kendi yarattığı varlıkların en üstünü olan insanın tıpkı kendisi gibi olmasını istiyor. Ancak bahçenin ortasındaki ağacın meyvesinden yenmesini yasaklayarak onu ilgi çekici hale getiriyor. Bu çelişkiden onları kendisinin yarattığı ve ona itaat etmeyen bir güç kurtarıyor: Yılan.

Hikayede denge, dengenin bozulması arzusu ve bunun yarattığı fırsatla ortaya çıkan bir büyüme döngüsünü görüyoruz. Ancak bu döngünün bozulmasının da bir bedeli var. Kendi kendini bilmek ve bu bilgiden doğan utanç.

Utanç insan varoluşunun itici gücü. Eğer kendimizi bilmekten doğan utanç duygusu olmasaydı kendimizi daha iyi hale getirmek için de bir nedenimiz olmazdı. Çünkü eksiklerimizin farkına varmazdık: “Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar.”

Bir Umut Hikayesi

Eksiklik hissinin burada üretkenlik, yaratıcılık gibi süreçler için temel dürtü olduğunu görüyoruz. İncir yapraklarını dikerek insan doğaya biçim vermeye başlıyor, kendisini bilmenin hazzı, yaratılabilecek bir varlığı müjdeliyor. İşte gerçek umut tam da burada. İnsan yaşamı için vazgeçilmez bir varoluşsal durum olan umut. Kendi çocukluğumuza baktığımızda, çevremizle etkileşim süreciyle içimizdeki çok değerli bir varlığın farkına varışımızı ve yapacağımız seçimler yoluyla dünyaya umutla açılışımızı hatırlayabiliriz.

Ancak umut elinde olanla yetinip sürekli anne babamızın ya da toplumun gözüne girmek için onun buyrukları yoluyla yaşamaktan değil itaat yoluyla güdülmemize izin vermekten vaz geçmekten geçiyor. İsyan etmeden umut olabilir mi? Peki nasıl isyan edeceğiz? Havva cesur bir şekilde elmayı yemeyi seçti. İyiyi ve kötüyü bilmediğine göre yılanı dinlediği için suçlu olamaz. Ama kendini suçlu hissetmesi sağlandı, böylece özgürlüğünün gereği olarak yaptığı seçimlerin sorumluluğunu üstlenebilecekti. Havva Tanrı gibi olmayı seçti. Mitin bu yönü inanılmaz ölçüde değerlidir, ama gözden kaçırılmaktadır.

Havva aslında yılanla temsil edilen cinselliğinin gücünü kullandı. Bir erkeğin baba otoritesine karşı gelip kendi yolunu bulabilmesindeki en büyük yardımcının sevgilisine duyduğu ve üretken bir güç kaynağı olarak cinsellikle yoğunluğunu ve somutluğunu kazanan aşk olduğunu söyleyebiliriz. Kozmik güçlerin doğayı kendilerinin bir parçası olarak yaratışı, yaratımın etkin gücü olarak dışa doğru patlamayı, püskürmeyi doğurur. O halde doğanın temel gücü olan cinsellik, merkezdeki kozmik güçlerin (ya da başka bir ifadeyle Tanrının) yaratıcı gücüdür. Kendisinden uzaklaşmayı göze alsa da aslında dışa doğru açılan o enerji de kendi gücüdür. Yılanın gücünü kullanan kadın, erkekteki yaratıcı enerjinin püskürmesini evreni sürdüren temel doğum döngüsünün sürmesi için kullanır. Kadın, erkeği annesinin babasının kucağından ayırır, onu birey yapar. Annesinin kucağından kopmakta direnmek ya da baba otoritesiyle ilişkili olan toplumsal statükoya bağlılığını sürdürmek bir insanı insanlık durumundan ve onun kazanımlarından uzaklaştırır.

O halde Adem ve Havva miti bir isyan mitidir, insanlığın ilerlemesi için sürekli yaratıcı, yapıcı bir başkaldırı hali içinde olmamız gerektiğini söyler. Hatta Tanrıya, Dine, Otoriteye sorgulayıcı bir tavırla yaklaşarak benliğimizi kazanmamızı sağlar. Kendimizi evrenin kozmik hikayesiyle bağlantılı hale getirmemize imkan sağlar. Bu mit etrafımızda olan biten bütün canlı süreçlerin bir parçası olarak hem özgür, hem de bağlı olmamızın muhteşem dengesini görmemiz için bir fırsattır. Adem ve Havva’nın hikayesi bir kişinin uydurduğu bir safsata değil, insanlığın adım adım işleyerek binlerce yılda yarattığı bir umut hikayesidir. Bu hikaye sembolik bir dille varoluşumuzun bir çok önemli sorununa ışık tutmaktadır. Sadece Tevrat’la kalmamış, daha sonra da İncil ve Kur’an-ı Kerim’de de anlatılmıştır. Bu ölçüde benimsenmesi mitin önemini göstermektedir. Tabii ki birçok farklı şekilde yorumlanabilir, hatta birbirine zıt şekillerde de anlaşılabilir. Bu da mitin gücünün bir göstergesidir. Dinsel bilginin özüne ulaşamadığımız bir çağda yaşıyoruz. Yanlış dinsel uygulamalar insanları dinden uzaklaştırdı. Oysa ki dinler, insanların ihtiyaçlarından doğmuştur, özlerinde psikolojik bilgelik kaynaklarıdırlar ve çağlar boyunca doğru anlaşılıp uygulandığında son derece etkili yol göstericiler olmuşlardır. Dini yok etmeye değil; akıl, bilim, vicdan ve sezgilerimiz eşliğinde onu yeniden yorumlamaya ihtiyacımız vardır. Bilimin yükselişiyle uyum sağlayarak dinler kendilerini daha iyi aktaracak yollar bulmalıdırlar. Kimse yaşamın en derin acı ve mutluluklarını şiirsel ve sağaltıcı bir dil olarak dinsel anlatımlardan daha iyi yansıtamaz. Din mutlaka bizi uzaktan gözleyip yargılayan bir yaratıcı şahsa inanmakla ilgili olmak zorunda değildir. O, insanın kendi sonsuz benliğiyle ilgilidir. O, insan olmanın, dinin, sevginin ve varoluşumuzun anlamının üçüncü, hakiki ve tamamen kişisel olarak ulaşılabilen anlamıyla ilgilidir. Eğer bu anlamı kaybeder ve yeniden yaratamazsak insanlık büyük bir tehlike altında demektir.

 Kim aşağıdaki sözlerdeki derin anlamla ruhsal bir arınma ve hafifleme hissetmez ki?  

Onların gözlerinden bütün yaşları silecek. Artık ölüm olmayacak. Artık ne yas, ne ağlayış, ne de ıstırap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalktı.”  (İncil: Vahiy 21:4).

Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Kur’an: Şura/30).

Olan her şey zihnin sonucudur, zihin üstüne temellenir, zihinden oluşur. Eğer bir insan arı bir zihinle konuşur ya da edimde bulunursa, onu asla terk etmeyen bir gölge gibi bunu mutluluk izler.” (Buda).

Dergiler Haberleri