Dionysis Dionysiou
Cumhurbaşkanı Anastasiadis’in, 1959 Zürih-Londra Anlaşmaları sonucunda ortaya çıkan Üniter Devlete Dönüş açıklaması nereden gelip bizi buldu?
Ersin Tatar’ın “Kıbrıs Cumhuriyeti iki halkın ortak bir cumhuriyetidir. Pasaport bu anlaşmadan doğan haktan alınmıştır. Bu hakka saygı duyulması gerekir” açıklamasına verilen yanıtla ortaya çıkmıştır.
Anastasiadis’in, Kıbrıs Türk liderliği üyelerinden pasaportların geri alınmasına ilişkin protestolarını sunan Ersin Tatar’a 25 Ağustos 2021 tarihinde verdiği yanıtta tam olarak ne dediğine bir bakalım:
“Kıbrıs Rum toplumu, Kıbrıslı Türklerin 1960 Anayasası tahtında gerek yürütme, yasama ve yargı erklerine, gerekse diğer dairelere geri dönmeleri ve eş zamanlı olarak sadece her bir toplumun sahip olacağı idari bölgenin belirlenmesi için BM kararları temelinde müzakerelerin başlamasıyla anayasal düzenin restore edilmesini kabul etmeye mutlak surette hazırdır.”
(Kıbrıslı Rum) Hükümet Sözcüsü tarafından ifade edildiği üzere, eğer gelirse, Sayın Lute, Kıbrıs’a geldiğinde ona da sunulacak olan bu öneri ne kadar uygulanabilirdir? Ve daha da önemlisi ne kadar gerçekçidir?
Olumlu Taraflar
Sayın Tatar’ın açıklamalarında bir kez daha Kuzey Kıbrıs’ta liderlik ettiği siyasi oluşumun meşruluğunu, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1959 Anlaşmalarından aldığını kabul etmesi ilk bakışta olumlu bir nokta olarak belirtilebilir. Bu açıklamasıyla, bir bakıma istemeden de olsa Kıbrıs Cumhuriyeti’ni meşrulaştırıp “KKTC’yi” yasadışı kılıyor.
Birkaç ay önce Başpiskopos Hrisostomos’un Politis gazetesine verdiği mülakatı anımsayalım. Anastasiadis’in Kıbrıs’ta iki devlet çözümünden bahsettiği bu röportajla ifşa edilmişti. İşte bunu göz önünde bulunduracak olursak, Nikos Anastasiadis’in de Kıbrıs Cumhuriyeti’ne destek verdiğini görmüş oluruz.
Elbette, Anastasiadis’in “anaysal düzenin restore edilmesine” ilişkin ifadesi düşündürücüdür. Zira bu teziyle dolaylı yoldan bizatihi kendisi anayasal olarak 1960 yılında kurulmuş olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin meşru cumhurbaşkanı olmadığını kabul ediyor.
Taktik
Elbette, şu anda Anastasiadis’in taktik takımyıldızlarının içerisinde dolaştığını ortaya koymak gerekir:
Cumhurbaşkanı ve heyeti, iletişimsel bağlamda hareket ederek, önce pasaportların geri alınması adımını ileriye götürdü ve devamında 1960 rejimine dönmeye ilişkin öneriyi dillendirdi. Muhtemelen bu iki hamle, iç tüketime yönelik iki sebepten ötürü alelacele, önü ardı düşünmeden hazırlanmıştır.
* Birinci neden, Ersin Tatar’ın yakın geçmişte, esasında çözümü iki egemen devletin imzalaması ön koşulunu sunduğu önerisine yanıt vermek.
* İkinci neden, Kıbrıs’ta bir tane tanınmış devlet olduğu, bu devletin tek bir pasaportu olduğu, Kıbrıslı Türklerin de bu pasaportu kullandıkları ve bu devletin ayrılıkçılara yaptırımlar uygulayabilecek konumda olduğu doğrultusunda bir mesaj göndermek.
Bu doğrultuda, yaptırımların sonlandırılması için ayrılıkçıların da yasal devlete dönmeleri gerekir.
Üniter Devlete dönmeye ilişkin bu tez, Kliridis’in cumhurbaşkanlığı döneminden itibaren tartışılmaya başlanmıştı. Bu tez, her zaman için geçici olarak geçerli olacak bir öneridir. Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler ortak olarak Zürih’i iki kesimli iki toplumlu bir federal çözüme dönüştürene değin sürecek geçici bir uygulama… Elbette, bu öneriyi kimse, hiçbir zaman masaya koymadı. Çünkü böyle bir teşebbüsün yasal karmaşıklığı hakikaten çok büyük boyuttadır. Eş zamanlı olarak, artık Kıbrıs sorunu çözümünün hukuki değil, siyasi bir çözüm olduğu da idrak edilmiş durumdaydı.
Devlet
Kıbrıs’ta tek tanınmış devlet olduğu tezi doğru bir tezdir. Doğru olmasına doğrudur ama bu devlet 2017 yılından itibaren Crans Montana sonrasında Anastasiadis tarafından sistematik olarak ve son aylarda Ersin Tatar tarafından sabote edilmektedir. Öte yandan, elbette bu devletin Anayasasının 1964 ve sonrasında dönüştürüldüğü biçimiyle Kıbrıslı Türkleri kapsamadığı göz ardı edilemez.
Anayasa’nın 153. maddesinde düzenlenen Yüksek Anayasa Mahkemesine ilişkin “33/1964 sayılı (Par. I(I) , No. 331), Mahkemelerin Yönetimi (Muhtelif Hükümler) Yasası” 9 Temmuz 1964 tarihinde meclis tarafından sunulmuş ve o dönemin Başsavcısı Kritonas Tortaritis tarafından onaylanmıştı. Bu yasa tahtında, Kıbrıslı Türkler siyasi birlikteliğin dışında kalmışlardı. Yasa, “son olayların (not: 1963 olaylarına ve Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tüm organlarından ayrılmalarına atıfta bulunulmaktaydı) yol açtığı birtakım güçlükler ve adaletin sağlanmasına ve çeşitli konular ile ilgili hükümlerin uygulanmasına engel teşkil etmesi nedeniyle” sunulup geçirilmişti. Bu yasa tahtında Anayasa’da belirtilen iki yüksek mahkeme; Yüksek Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Mahkeme lağvedilmiş ve yeni bir Yüksek Mahkeme oluşturulmuştur. Yüksek Mahkeme, bugün de aynı yapıyla devam etmektedir. Yüksek Mahkeme, başta yeter sayıyı oluşturan beş yargıcın katılımı ile oluşturulmuştur. Zaman geçtikçe yargıç sayısı çoğalmış, bu sayı yasa aracılığıyla önce 7’ye, daha sonra 10 ve 13’e yükseltilmiştir. Bugün de yargıç sayısı13’tür. Bu (yeni) Yüksek Mahkeme’ye daha önce var olan iki yüksek mahkemenin görev ve yetkileri verilmişti. Sadece Kıbrıslı Rum yargıçlar tarafından Yüksek Mahkeme’nin kuruluşu ve işleyişi Zaruret Hali Doktrinine dayandırılarak anayasal sayıldı. Bu noktada, bu girişimin karmaşıklığını ortaya koyan bir duruma değinmekte fayda vardır. 1963 krizinden sonra, Kıbrıslı Türklerin tüm diğer organlardan ayrılmalarına karşın, Yüksek Mahkeme Başkanı (en kıdemli yargıç olmasından ötürü) Kıbrıslı Türk Mehmet Zekâ idi. Mehmet Zekâ, 22 Eylül 1966 tarihinde emekliliğe ayrılmıştı. Aynı şekilde Necmettin Münir de 3 Haziran 1966 tarihinde emekliliğe ayrılmıştı. Kısacası, Zaruret Hali Doktrini Kıbrıslı Türk yargıçlar tarafından onaylanmıştı. Bu yargıçlar, Zürih anlaşmaları ile ilgili bağlantı noktası olabilirlerdi. Tabii ki, o dönemki İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis’in yeşil hattı her geçtiklerinde fiziksel olarak kontrol edilmeleri doğrultusundaki kararı sonrasında bu iki yargıç da ayrılmak zorunda kalmıştır.
Pilot
“Yeni” Yüksek Mahkeme’nin anayasallığına ilişkin “pilot karar” -hukuki terminolojiye göre yetki- olarak, aynı Yüksek Mahkeme’nin İbrahim davasında (Attorney general of Republic v. Mustafa Ibrahim and Other 1964) aldığı malum karar gösterilmektedir.
Bu karar temelinde, Kıbrıslı Rumlar tarafından Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Muavininin tüm yetkileri Kıbrıslı Rum Cumhurbaşkanı’na (o dönemki Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makariostu) amalgama edilmişti. Bu şekilde Cumhurbaşkanı Makarios Kıbrıslı Türk bakanların yerine bakanlar kuruluna 3 Kıbrıslı Rum bakan daha atayabilecekti. Ayrıca, Kıbrıs Parlamentosu’ndaki 15 Kıbrıslı Türk milletvekili sandalyesi de lağvedilebilecekti. Mantık basitti: Kıbrıs Cumhuriyeti Kıbrıslı Türklerin ayrılmalarına karşın işlevselliğini sürdürmeliydi.
Kıbrıslı Türkler
Kıbrıslı Türkler pek tabii geceden sabaha canları öyle çektiği için ayrılmaya karar vermiş değildirler. Ayrılmalarına vesile olan husus, Başpiskopos Makarios tarafından 1963 yılının sonbaharında Anayasa’nın 13 maddesinin değiştirilmesinin önerilmesiydi. Bu değişiklik önerisi, Makarios’un söylediği üzere yeni devletin işlevselliğini baltalayacak biçimde Kıbrıslı Türklere verilmiş aşırı ayrıcalıklara yol açan maddelerin düzeltilmesiydi. Kıbrıslı Türkler de daha kuruluşundan itibaren devletin işlevselliği doğrultusunda yangına körükle gitmişler, yeni devlete herhangi bir şekilde güven göstermemişlerdi. Bu durumun doruk noktasıysa, Kıbrıs Türk köylerinin Kıbrıs Ordusu mensubu olan Kıbrıslı Türkler tarafından korunması talebiydi. Öte yandan, TMT’nin silahlanmasına yönelik “Deniz” isimli tekneyle Kıbrıs’a askeri mühimmat taşınması, daha baştan cumhuriyetin sabote edilmesine ilişkin niyeti ortaya koymaktaydı. Kaptan Reşat Yavuz, makinist Oğuz Kotoğlu ve telsizci olarak Türk ordusunun muharebe astsubayı Ali Levent’ten oluşan mürettebatıyla “Deniz”, denizde ilerlerken Britanya sahil güvenlik botu tarafından önü kesilmişti. 18 Ekim 1959 tarihinde, yani Zürih-Londra anlaşmalarının imzalanmasının sekiz ay sonrasında ve Kıbrıs halen İngiliz yönetimi altındayken ve 16 Ağustos 1960 tarihli resmi bağımsızlık ilanını beklerken, 6.000 bomba, 500 silah ve bir milyon mermi yüklü “Deniz”, Kıbrıs’a doğru ilerliyordu.
Makarios’un önerileri de birdenbire ortaya çıkmamıştı. Çoğunluğun lideri olarak büyük sorumluluğa sahipti. Başpiskopos, kontrolü Kıbrıslı Rumlara geçirmek istiyordu. Makarios, daha ilk andan itibaren Kıbrıslı Türklerin iktidara katılma hakkını sabote etme taktiği başlatmış (örneğin Kıbrıs Türk belediyelerinin oluşturulmasına izin vermiyor, Kıbrıslı Türk memurların 70:30 oranında devlet kurumlarında yer almalarına da müsaade etmiyordu. Bunun sebebi olarak da Kıbrıslı Türklerin… cahil oldukları argümanını öne sürüyordu), tek kendi kendini savunma aracı olarak Kıbrıslı Türkleri yürütmeyi tıkamak durumunda bırakmış ve sonrasında da bu tıkanıklığı anayasanın işlevsel olmaması olarak sunmuştu. Mesela, anayasanın öngörmesine karşın Makarios’un Kıbrıslı Türklere ayrı belediyeler vermeyi reddetmesinin ardından Kıbrıslı Türkler vergi, belediye harcı veya elektriği ödemeyi reddetmişlerdi. Bunun devamında da devlet onlara yol yapmayı reddediyor, hatta elektriklerini kesiyordu.
Henüz 1962 yılının Ocak ayında Makarios şöyle diyor: “Devlet mekanizmasının işleyişine ve devletin ilerlemesine çomak sokan bu anayasal hükümleri yok saymakla veya revize edilmesini talep etmekle mükellefim” (Kranidiotis 1985: 33). Bunları söylerken, öte yandan saldırgan Kıbrıs Rum stratejisini de devreye koyuyordu: “Madem Türk tarafı üniter belediye (!) fikrini reddediyor, 1 Ocak tarihinden itibaren belediye kurumları artık var olmayacaktır” (Makarios 30/12/1962).
Yunanistan
Gayet açık biçimde Kıbrıs Türk unsurunun köşeye sıkıştırılması ve nihayetinde yürütmeden kovulmasıyla devletin Elenleşmesini gözeten Kıbrıs Rum liderliği politikası, 1962 yılının yazında karşısında doğrudan John Kennedy’nin ağzından ABD reddine toslar. Bunun yanında, anlaşmaların uygulanmasına ısrarla sadık kalmış Türk devletinin reddiyle de karşılaşır (Kasım 1962). Elbette, Yunan hükümetinin tutumu da aynı çizgide ve kararlılıktaydı. E. Averof, 1962 yılının Ekim ayında Kıbrıs Büyükelçisi N. Kranidiotis’e şunları söylemişti: “Gerekirse, Yunan hükümeti seçimlere gider ve Kıbrıs anlaşmalarına saygı duyulması sloganıyla halkın oyunu talep eder”.
1963 yılının Nisan ayında, Yunan hükümeti tutumunu tam olarak netleştirir: “Bilhassa Kıbrıs meseleleriyle ilgili olarak, bugüne kadar yaptığımız şekilde size yardımcı olmayı sürdürmeye kararlıyız. Lakin anlaşmaların veya anlaşmaların bir bölümünün tek taraflı olarak feshedilmesinin peşine düşülürse çizgimizi alenen ayıracağız.” (Averof tarafından Makarios’a gönderilen mektup, 19/4/1963). Başbakan Yeorğios Papandreu da şunları belirtmişti: “Korkarım Başpiskopos Hazretlerinin bu edimi siyasi nitelik taşımaktadır ve bir şekilde Yunanistan’daki siyasi gelişmelerle ilintilidir. Şu anda hem Türkiye hem de Yunanistan’da hükümet krizleri olmasından ötürü Başpiskopos Hazretlerinin en kötü zamanı seçmiş olduğunu üzülerek müşahede ediyorum”. (Y. Papandreu’dan Kıbrıs Büyükelçisine, 25.12.63).
Fesih
Glafkos Kliridis’e göre (bkz: İfadem kitabı, cilt 1, sayfa 300-302) Makarios’un daha 15 Ocak 1964 tarihli beşli konferansta 1960 Anlaşmalarına dönme niyeti yoktu. 1964 yılının Nisan ayında, toplumlararası kargaşaların ertesinde anlaşmaların ve garanti anlaşmalarının tek taraflı feshini açıklamıştı. Bir ay sonra, anlaşmaları ihlal edecek biçimde Yunanistan Başbakanı ile Kıbrıs’a Yunan tümeninin gönderilmesi yönünde anlaşmıştı. Tümenin NATO onayıyla gelmesi ve diğer şeylerle birlikte Makarios’un Sovyet yanlısı açılımlarını kontrol etme amacını da taşımasından ötürü Türkiye’den bu hususta özel bir tepki gelmemişti.
Maalesef Başpiskopos ilgili uluslararası çıkarları ve Batı’nın Yunan-Türk savaşını önleme çabasını idrak etmemişti. Soğuk savaşın içerisinde ve Sovyetler Birliği’ne yönelik kuşatma doktrini uygulanırken bir Yunan-Türk savaşı felaket olurdu.
1963 yılı Aralık ayı krizinden aylar sonra, 3 Haziran 1964 tarihinde o zamanki Cumhurbaşkanı Muavini Fazıl Küçük resmi olarak Makarios’tan Kıbrıslı Türklerin hükümete dönmelerini talep ettiğinde, Cumhurbaşkanı Makarios’un yanıtı şöyle olmuştu: “Artık Cumhurbaşkanı Muavini değilsiniz. Hükümetin yaşamı ve varlığı sizin isteğinize bağlı değildir”. (Haravgi gazetesi. 4 Haziran 1964).
Elbette, kimileri Küçük’ün bu önerisinin samimi olmadığını savunuyor. Zira Bakanlar Kurulunun Yeşil Hatta toplanmasını talep etmiş olmakla beraber önceki aylarda Kıbrıslı Türklerin çekilmelerini haklı göstererek açık açık iki devlet çözümünden bahsediyordu (bkz: Le Monde gazetesine verdiği mülakat, 10 Ocak 1964). Bu noktada, Türk Başbakan İnönü’nün Küçük’ün tezleri ile taban tabana zıt olduğunu da belirtmek gerekir. İnönü, Kıbrıslı Türk lidere gönderdiği 9 Mart 1964 tarihli mektubunda “Kıbrıslı Türklerin işlerinden ve köylerinden ayrılmalarının” Kıbrıslı Rumlara “Kıbrıslı Türklerin devlet teşkilatındaki çeşitli seviyelerindeki görevlerinde olmamalarından istifade ederek, tek taraflı kararlar alarak devlet işlerini tek başlarına ve Türk hak ve menfaatları zararına yürütmeleri” fırsatını doğuracağını belirtiyordu. Küçük, mektubu sert bir üslupla yanıtlamıştı: “Bu haleti ruhiye içinde olan ve davaları uğruna evladını, babasını, eşini veya kardeşlerini gaip eden ve evinden barkından olan vatandaşlarımıza, artık geri Makarios hükümeti ile sözde geçici bir süre için işbirliği yapmamız gerekiyor diyecek hiçbir ferdin Kıbrıs’ta mevcut olmadığını belirtmek isteriz”.
Tüm bunlara karşın, Küçük, Ankara’nın öğütlerine karşı koyamamış, aynı dönemdeki Kıbrıs-Yunan hamlelerini de anlamamıştı. O dönemde Kıbrıs’a Yunan tümeni gelmeye başlamış ve Acheson planı ortaya çıktığında halihazırda asker sayısı çoğalmıştı. İşte tam da Ankara’ya karşı koyamamasından ötürü 3 Haziran 1964 tarihinde Başpiskopos Makarios’tan Kıbrıslı Türklerin hükümete dönmelerini talep etmişti. Üstelik, bu hamlesi münferit bir hamle değildi. Kıbrıslı Türkler, zaman geçtikçe ve Kıbrıslı Rumların gitgide daha sağlam biçimde adanın hakimi olarak yerleştiklerini gördükçe, Türkiye’nin Kıbrıs’ı istila etme imkanlarının azaldığının da farkına vardıkça (Kruşçev’in beyanatı ve Johnson mektubu), hükümetten ve topyekûn devletten çekilmenin düşüncesizce yapılmış bir hamle olduğunu anlıyorlardı. Bunların neticesinde, Kıbrıslı Türklerin Parlamentodan ayrılmalarının 19 ay sonrasında, 22 Temmuz 1965 tarihinde Kıbrıslı Türk milletvekilleri de Parlamentoya geri dönme girişiminde bulunma kararı almışlardı. BM Barış Gücü’nün askeri koruması altında Meclis binasına giderek Meclis Başkanı Glafkos Kliridis ile görüşmüşlerdi. BM Genel Sekreteri, 29 Temmuz 1965 tarihli son gelişmeler raporunda olaya şu şekilde değinmektedir: “Sayın Kliridis, Kıbrıslı Türk milletvekillerine Başpiskopos Makarios’un Anayasa değişikliği önerileri hususunda bir uzlaşma sağlanmaması durumunda Parlamentoya geri dönemeyeceklerini belirtti. Kliridis’in söylediği üzere, Kıbrıslı Rumlar tarafından yapılan anayasal düzenlemeler temelinde, geri dönüşlerini kapsayacak ilgili bir mevzuat mevcut değildi, bu bağlamda yeni yasal statü Kıbrıslı Türklerin geri dönüşlerine izin vermiyordu”.
Anastasadis’in Önerisi
Uzun lafın kısası, iki toplumlu olarak düzenlenmiş olan 1960 Anayasası 1964/65 döneminde her iki taraftan gelen tek taraflı hamlelerle çökmüş bulunmaktadır. Elbette, 1960 Anlaşmalarına geri dönüşün mezar taşını yerleştirenler ise, 9 Temmuz 1964 tarihinde Kıbrıs Meclisi tarafından Anayasa’nın 153. maddesinde düzenlenen Yüksek Anayasa Mahkemesine ilişkin “33/1964 sayılı, (Par. I(I) , No. 331) Mahkemelerin Yönetimi (Muhtelif Hükümler) Yasası’nın” sunulması ve geçirilmesiyle Kıbrıslı Rumlardı.
İşte bu yüzden, Anastasiadis’in 1960’ın üniter devletine dönme önerisinin bir manası yoktur. Tam aksine, Kıbrıs sorunundaki müzakere sürecine ilişkin itibarımızı daha da fazla zedeliyor. Eş zamanlı olarak, Tatar’ın uluslararası topluluk tarafından topyekûn reddedilen iki devletlilik önerisi karşısında, bu yöndeki önerisiyle Kıbrıs Rum tarafını siyasi ciddiyet bağlamında Kıbrıs Türk tarafı seviyesiyle eşitliyor. Cumhurbaşkanı Anastasiadis, bu önerinin yanında 1964 öncesi duruma geri dönülebilmesi doğrultusunda uygun bir yasal çerçeve önerisi de sunsaydı, önerinin bir pratik mantığı olurdu. Fakat yine de 1977 ve 1979 Doruk Anlaşmalarının yanı sıra Federal çözümden bahseden bir yığın BM kararı nasıl yok sayılabilecekti? Toprak sorununu iki kesimlilik çerçevesinde çözmek suretiyle Kıbrıslı Türklerin Cumhurbaşkanlığı, Bakanlar Kurulu ve Parlamentodaki veto haklarını yürürlükte bırakarak 1960’a mı dönecektik? Peki merkezi zayıflatılmış federasyon önerisiyle cumhurbaşkanının daha düne kadar tam olarak kaçındığı noktalar değil miydi bunlar? Bu noktada, gerekli olanın hukuksal işler değil, siyasi irade olduğu savı sunulabilir. Sunulabilir sunulmasına ama ne Kıbrıslı Rumlarda ne de Kıbrıslı Türklerde siyasi irade vardır. Bugün her iki tarafta belirleyici olan unsurlar amoralizm ve riyakarlıktır. Bu unsurlar, Anastasiadis ve Tatar’ın arzuladıkları iki devletlilik çözümüne de jure olarak götürecektir.
1964 yılından 20 Temmuz 1974 tarihine değin, Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının % 95’ini ve uluslararası olarak tanınmış Kıbrıs Cumhuriyeti’ni elinde tutan Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklere nefes aldırmamışlar, bu ülkeye ait olduklarını hissetmelerine müsaade etmemişlerdi. Gerçi o dönemki müzakerecimiz Glafkos Kliridis iki toplumlu görüşmeler çerçevesinde bu doğrultuda samimi çabalar sarf etmişti ama bir işe yaramamıştı. Kıbrıslı Türkler, o dönemde yenilgilerini kabul edip geri dönmeye karar vermişler ama karşılarında Kıbrıslı Rumların maksimalizmini bulmuşlardı. Müstehzi bir bakış açısıyla, Kıbrıslı Rumlar Cunta’nın 15 Temmuz 1974 hain darbesine sürükleyen iç çatışmalarıyla, şiddet ve karşı şiddet olaylarıyla devletin bütünlüğünü bozmasalardı, belki de Kıbrıslı Türklere yönelik pek çok açıdan adaletsiz olan bu politikada başarılı olmuş olabilirlerdi.
Bizim Kıbrıslı Rumlar olarak Kıbrıslı Türklere 1964 yılından 1974’e değin yaptıklarımızı, bugün Kıbrıslı Türkler ve Türkiye bize karşı yapıyor. Aynı oportünizmi ortaya koyuyorlar, kontrolü elinde tutanın avantajıyla uygulayabileceği taktikleri insafsızca uyguluyorlar. Talat ve Akıncı gibi dürüst muhatapların olduğu dönemler, nihai olarak kaybedilmiştir.
Anastasiadis – Tatar safsataları sayesinde, Yakın ve Orta Doğu'nun daha geniş bölgesinde bir model olarak işlev gösterebilecek, gerçek bağımsız federal Avrupa devleti oluşturulması fırsatı da böyle bir biçimde yitirilmiştir.
* (Çeviri: Çağdaş Polili / Bu yazı ilk kez Politis gazetesinde yayınlanmış ve özgün çevirisi yazarın izniyle YENİDÜZEN’de paylaşılmıştır.)