Telefon çaldı.
- Günaydın…
- Kimsiniz? Neden aradınız?
- Aaa! Tanımadın mı?
Tanımadım, kapattım.
**
Arabaya bindim. Bu binalar, yollar ne? İlk defa görüyorum.
Karşıdan gelen arabanın şoförü el-kol hareketiyle selam veriyor.
Tanımadım, düz geçtim.
**
Yolda giderken radyoyu açtım.
Birisi konuşuyor.
“Kıbrıs sorunu bu yıl çözülebilir” diyor.
Sunucu üstüne gidiyor, “nasıl, ne zaman” falan diyerek…
Kim bunlar Allah aşkına? Nedir konuştukları?
Anlamadım, istasyonu değiştirdim.
**
Yolda bir dükkan gördüm, durdum.
Sanki her gün geliyormuşum gibi bir hal var herkeste…
Selam verip duruyorlar.
Üstelik adımı da biliyorlar!..
Kimseyi tanımadım, seslenmedim.
**
Stantta durdum, gazeteler yığınla…
İlk defa görüyorum bunları.
İlk sayıları mı acaba?
Tek tek bakayım bir, ne yazmışlar acaba?
Ne zaman çıkmış bu kadar gazete?
Hatırlamadım hiçbirini…
**
“Dövizle borçlanmayın” diyor birinin başlığı…
Ne dövizi, ne borcu?
İlk defa duyuyorum. Nedir mesele acaba?
Diğer gazetede başka hikaye…
“Cemaat AKP’yi bombaladı!”
Ne AKP’si, ne cemaati?
Kimdir, nedir ki bunlar?
Anlamıyorum, gazetelerin olduğu stanttan da, marketten de ayrılıyorum.
**
Canım kahve çekti, bir kahvehaneye girdim.
“Orta olsun lütfen.”
Kahveci küfrediyor, “N’oldu ama da selam vermen?” diye…
Burnum mu büyümüş da 40 senelik arkadaşını tanımazmışım?
Ne alaka?
Ben seni ilk defa görüyorum bir defa… Buraya da ilk defa geldim.
Hem kahve de iyi olmamış. Şekerini fazla kaçırdın!..
Suyumu bile içmeden kahvehaneyi terk ediyorum.
**
Arabaya binerken biri önümü kesiyor.
“Vay, nerdesin de artık görüşemiyoruz” falan…
Bu da kim?
“Yahu bunadın ama?”
Küfür de ediyor terbiyesiz!..
Kaç defa programıma gelmiş, bana haber sızdırmış…
Ne programı, ne haberi?
İşim var dedim, otomobile atlayıp kaçtım.
**
Eve gideyim de kurtulayım bari bu anlamsız lakırdılardan diye düşündüm.
İyi de ne evi?
Ev nerede?
Şurası mıydı acaba?
Giriyorum, anahtar açmıyor!..
Ama kapı içeriden açılıyor.
“Oooo, hoş geldin yeğen!..”
Ne yeğeni?
Sen de kimsin yahu ama?
Tanımıyorum, ama kaçamıyorum!..
**
Yemekteymişler, zorla oturtuluyorum masaya…
Bunlar nedir masada?
Böğrülce-kabakmış…
Uuu?
Tanıştığımıza memnun oldum!.. Hayatımda görmediydim böyle bir yemek.
Peki bu ne?
Rengaymış!..
Aman anam!.. Tuzluuuu…
Tadı harikaymış ama hakikaten…
Kocaman bir parça kesiyorum.
“Hop” diyor yeğenim olduğunu söyleyen… “O kadar yersen tansiyonun 20’ye çıkar, hastaneye yetiştiremeyiz seni!..”
Ne tansiyonu?
Bende tansiyon yok ki!..
**
Gömleğimin cebinden bir kutu hap çıkarıyor ‘malum’ şahıs…
“Bu ne peki?” diye soruyor.
Ne bileyim ben!..
Sahi, tansiyon ilaçlarının benim cebimde ne işi var?
Zorla içiriyorlar haplardan birini, rengayı fazla kaçırdım diye…
**
Televizyonu açıyor evdeki diğer şahıs…
“Kim bu” diye soruyorum, diğer odaya geçtiği sırada…
“Yahu 25 senelik kocam. Senin de enişten. Her gün görüşürüz” diyor yüzüme tuhaf tuhaf bakarak ve ekliyor:
“Bunadın ama?”
**
Televizyonda haberler okunuyor.
Hangi ülkenin haberleri bunlar?
‘Benzine bugün yine zam geldi.’
Eniştem olduğu iddia edilen adam basıyor küfürü, “Bu kaçıncı yahu?” diye…
‘Trafik kazasında iki kişi daha öldü.’
Yeğenim rolü yapan derin bir ‘offff’ çekiyor, gözü yaşlı…
‘Lefkoşa’nın tanınmış simalarından biri daha kansere yenik düştü.’
İkisi birden ‘gavole’ diyerek dizlerini dövüyorlar.
Ben rengaya devam, çaktırmadan ve ne olduğunu anlamadan…
**
Bir günlüğüne izne çıkmak gibi bir durum bu herhalde…
Unutmak her şeyi…
Müzakere masasına bile oturamayan iki şahsı tanımamak mesela…
Zamlara, kazalara, hastalıklara kafa yormamak…
Hükümetin, muhalefetin, sendikaların, medyanın söylediğini duymamak, dinlememek…
‘Bunadın mı?’ sorusuna muhatap olabilmek…
Yok mu böyle bir hak acaba?
Olmalı.
Zaten hak verilmez ki, alınır!..
Hangi hak mı?
Unuttum…