"Bikronero" da bir gömü yerini gören ve bunu dört yıl önce Kayıplar Komitesi'ne gösteren Laptalı Sofoklis Gagullis'le röportajımızın devamı şöyle:
SORU: Ölüleri görmüş müydünüz?
SOFOKLİS GAGULLİS: Hayır, çukurdaki ölülerin üstüne toprak atılmıştı…
SORU: Baktığınızda nasıl anladıydınız çukurda ölü insanlar olduğunu?
SOFOKLİS GAGULLİS: Biz oradayken iki ölü insan daha getirmişlerdi gömmek için… Her ikisi de askeri kıyafet giyiyordu ancak bunlar Türk müydü, Rum muydu, bilmiyorduk… Müslüman mıydılar, Hristiyan mıydılar bilmiyorduk…
SORU: Ancak nereden anlamıştınız çukurda başka ölülerin gömülmüş olduğunu?
SOFOKLİS GAGULLİS: İlk anlamadıydık, sonra gömülmek üzere bu iki ölü insan getirilince, orada ne olduğunu kavramıştık… Yani bu çukurun bir gömü yeri olduğunu anlamıştık… Zaten orası çok kokuyordu…
Ölüleri görünce çok üzülmüştük, ruhumuz incinmişti… Orada bulunan bir Kıbrıslıtürk asker, bizim çökmüş ruh halimizi anlamıştı, bu ölüleri gömebilecek durumda olmadığımızı anlamıştı… Buna dayanamıyorduk, o zaman bizi geldiğimiz yere geri göndermişti… Bizim ölü gömmeye uygun durumda olmadığımızı anlamıştı…
Biz o evde 23 Temmuz’dan itibaren bir hafta kadar kalmıştık…
Ölüleri gömme olayı 25 Temmuz tarihindeydi sanırım…
Bizimle ilgilenen Türk subayı bizi Karava’ya doğru götürmek istiyordu ve orada bizi serbest bırakmayı düşünüyordu…
Ancak sonra fikrini değiştirmişti çünkü bizi orada serbest bırakırsa vurulabileceğimizi düşünmeye başlamıştı.
Sonuçta bizi Girne’de Dome Otel’e götürmeye karar vermişti.
SORU: O zamanlar bekar mıydınız yoksa evli miydiniz?
SOFOKLİS GAGULLİS: Bekardım… Bir hafta kadar Dome Otel’de kalmıştık. Sonra Kızılhaç gelerek bazı insanları alarak Sarayönü’ne getirmişti… Yani bir hafta sonra ben de Sarayönü’ndeki polis merkezine getirilmiştim. Sürekli esir getiriyorlardı buraya, sayımız 500’ü bulmuştu… Sarayönü’nde binanın içindeydik, çeşitli hücrelerde tutuluyorduk… Avluda falan değildik yani…
11 Ağustos 1974’te sabahleyin, her zamankinden daha fazla yemek getirmişlerdi bize… Ve bize, “Sizi serbest bırakmanın zamanı geldi” dediler bize. Sonra tek tek isimlerimizi çağırarak bizi dışarıya çıkarmaya başladıklarında, dışarıda bulunan bazı esirlerin gözlerinin ve ellerinin bağlanmış olduğunu görmüştük. Bunu görünce, bizi herhalde öldüreceklerini düşünmüştük…
Sarsılmıştım, sonumuzun geldiğini düşünüyordum…
Bizi otobüslere bindiriyorlardı… Sonra da otobüsler yola koyulmuştu… Bizi Beşinci Mil’e götürmüşlerdi… Buraya götürüldüğümüzde gözlerimiz hala bağlıydı, duyduğumuz seslerden çevremizde insanların çakılların üstünde yürüdüğünü çıkarabiliyorduk… Bu arada dövüyorlardı da bizi… Sonra da olduğumuz yere oturmamızı istediler. Aradan bir süre geçtikten sonra birileri ayağa kalkmamızı istemişti… Ellerim ve gözlerim bağlı vaziyette ayağa kalkmak çok zordu… Böylece birileri beni yerimden kaldırdı… Ellerimi çözmüşlerdi… Sonra da gözlerimizdeki bağı çözdüler. Ellerimle gözlerimi oğuşturmuştum ama bana bir şey yapmadılar. Yerde oturanlardan birisinin daha ellerini çözerek gözlerindeki bağı çıkardılar, bu bir çavuşa benziyordu. Sonra “Siz ikiniz, diğerlerine su vereceksiniz” dediler.
Bulunduğumuz yer telle çevrilmişti, tellerin içerisindeki bölgedeydik biz.
SORU: Denizin yanında mıydı bu yer?
SOFOKLİS GAGULLİS: Hiçbir şey göremiyorduk… Meğer gemideydik!
Oradaki subay dağıtacağımız suyu denemiş, beğenmemiş ve suyu geri göndermişti… Tekrar ellerimizi bağladılar ve tellerin yanına oturmamı söylediler. Bir başka subay vardı ve bunun elinde dikenli tel vardı… Bu dikenli tele benzer şeyle yanımdakinin ve benim başıma vurdu ve bizi tekmeledi… Beni tekmeleyince, yanımdakinin üstüne düşmüştüm…
Sonra askerler kalkmamı söylediler, doğru düzgün oturabildiğim zaman askerler bizi vuracaklarına dair tehditlere başlamışlardı… Aslında bizi korkutarak sakin biçimde oturmamızı sağlamaya çalışıyorlardı. Subay yeni bir varil su getirtmişti, denemiş ve sonra da beni çözerek diğerlerine su vermemi söylemişti. Önce biz içtik suyu, sonra da diğerlerine verdik. Hala nerede olduğumuzdan emin değildik, gemide olduğumuzdan emin değildik… Ama gemideydik aslında… Bir denizci gördüğümüzde o zaman anlamıştık gemide olduğumuzu… Bir gün yol aldıktan sonra Türkiye’ye varmıştık. Adana’ya götürülmüştük. Önce Mersin, sonra Adana… 11 Ağustos’tan 24 Ekim’e kadar Türkiye’de kaldık… Sonra Kıbrıs’a gönderildik ve buradan, Ledra Palace’tan geçerek Kıbrıs’ın güneyine gittik.
SORU: Bana sözünü ettiğiniz gömü yeriyle ilgili başka herhangi birisinden herhangi bir şey duymuş muydunuz?
SOFOKLİS GAGULLİS: Bu yeri dört yıl kadar önce Kayıplar Komitesi yetkililerine göstermeye gittiğimde orada iki kişi daha vardı ki bunlar da bu gömü yeri hakkında bilgi sahibi gibiydiler.
SORU: Bu yer değişmiş miydi?
SOFOKLİS GAGULLİS: Ben daha önce gitmiştim Lapta’ya ve oraya giderken bakmıştım, biraz tuhaf görünüyordu…
Ancak sonra Kayıplar Komitesi yetkilileriyle gidince, tam olarak nerede olduğumu anlamıştım…
SORU: Bu gömü yerinin üstüne inşaat falan yapılmış mıydı?
SOFOKLİS GAGULLİS: 1974’te burada küçük bir seki vardı, şimdi burada büyük bir duvar vardır… Buraya bir mezar taşı yaptılar ve üzerine o bölgede ölen Türk askerlerinin isimlerini yazdılar…
SORU: Yani o çukur, bu taşın altındadır… Belki buraya gömülenler Türk askerleriydi, sizin gördüğünüz…
SOFOKLİS GAGULLİS: Hiç bilmiyorum, oraya Türkler’in mi, Rumlar’ın mı gömüldüğünü bilmiyorum…Kim gömüldü oraya, bilmiyorum. Gömü olduğunu biliyorum sadece ve bu yeri Kayıplar Komitesi yetkililerine gösterdim, Kallis’le gitmiştik…
SORU: Bu konuda herhangi bir söylenti duymuş muydunuz?
SOFOKLİS GAGULLİS: Hayır, duymadım aslında…
SORU: Yani oraya bir müze ve anıt yaptılar, altındadır bu yer… Bunu gösterdiniz Kayıplar Komitesi’ne… Ancak oraya herhangi bir Kıbrıslırum “kayıp” şahsın gömülüp gömülmedi hakkında somut bir bilgi yoktur…
SOFOKLİS GAGULLİS: Hayır, yoktur. Ancak ben orada gördüklerimi gene de aktarmak istedim Kayıplar Komitesi’ne, bilinsin diye…
SORU: Çok teşekkür ederim…
DEVAM EDECEK
“Bir büyük mezarlık…”
Levon Bağış
Büyük morakurumun (teyze) kocası Vahan Kerayr (enişte) Kayseriliydi. Her Kayserili gibi, Kayserili olmaktan gurur duyardı. Epey heybetli, neşeli bir adamdı. İlerlemiş yaşında adada yarış bisikletine biner, denize balıklama atlar, güzel sesiyle güzel şarkılar söylerdi. İyi bir terziymiş gençliğinde. Zaten Bercuhi morakurumla, morakurum onun yanında çalışmaya başlayınca tanışıp evlenmişler. Aşkla bakarlardı birbirlerine.
Babamın aksine, pek kederli göremezdiniz Vahan Kerayr’ı. Kendini eğlendirecek bir şey bulurdu. Küçük yeğenleriyle domino oynar ve mutlaka onları yenerdi. Mutlaka bir bahis olurdu ortada. Kaybeden, kazananın fiske vurmasına izin verirdi. Fiske değil de, onu beklemek sinirleri gererdi. Bekletir ama vurmazdı zaten.
Tek başına oturur, denizi seyrederken, neşeli neşeli, ‘Sanat Müziği’ şarkıları söylerdi. Galata’da, Kule’nin tam karşısında bir restoran açmıştı, terziliği bırakıp. Yemeği sever, anlatmayı severdi. Hiç dil bilmeden turistleri kolundan tuttuğu gibi adadaki evine misafir diye getirmişliği var. Hiç anlamadığı insanlarla keyifle geçirdiği zamanlar var.
Eski adayı, eski İstanbul’u bir anlatışı vardı ki, masal gibi dinlerdiniz. Ama kusurları da yok değildi. Her şeyi becerebileceğine yürekten inanırdı. Bir gün, daha 10 yaşında olmayan benim saçımı kesmeye kalktı. Saçımla beraber bir kaşımın yarısını da kesmişti. Bana balıklama atlamayı, çapari yapmayı o öğretmişti.
Onun en hüzünlü halini bir akşam adadaki çok güzel evinin balkonunda karşılıklı otururken görmüştüm. Bana Kayseri’de çocukken cenazelerin gece karanlıkta kalktığını, tören gündüz, göz önünde olursa tabutların taşlandığını anlatmıştı, gözleri dolarak.
İnanmak istemediğin hikâyeler vardır. Her duyduğunda, “gerçek değildir” diye kendi kendini telkin ettiğin hikâyeler... Onlardan biri olmuştu benim için bu da. Ne hatırladım, ne de anlattım, yıllarca. Gerçi, biz bu tarz hikâyelerle büyüyen çocuklar olarak çabuk kurtulduk bu hikâyelerin travmalarından. Ya da kurtulduk zannediyoruz. Nasıl olsa sadece bizim değil, memlekette yaşayan neredeyse herkesin başına benzer şeyler gelmişti. Ermeni’si, Kürt’ü, Rum’u, Yahudi’si, Alevi’si, muhalifi, herkesin... Ama ölüye saygısızlık, yine de inanılacak gibi değildi.
Sonra, yol ortasında vurularak öldürülen 13 yaşında bir çocuğun arkasından yalanlar konuşularak, anası yuhalatıldı meydanlarda. Bir ana evinin önünde vuruldu. Günlerce alamadılar analarının bedenini soğuk taşın üzerinden. Bir askerî aracın arkasına bağladıkları cesetleri sürükleyerek gezdirdiler şehirlerin göbeğinde. Alıştık, ölüye de dokunulmasına.
Şimdi ‘’Burası Ermeni mezarlığı değil’’ diyerek, yaşlı bir kadının ölü bedenini topraktan çıkardıklarını görüyoruz, hatıra fotoğrafları eşliğinde. Biz bu fotoğrafları iyi tanırız. Duvarlara dizilmiş kesik baş fotoğraflarını, karakolda eline bayrak verdikleri katillerin fotoğraflarını iyi biliriz. Şimdi de bir bakanın mezar hırsızlarıyla çektirdiği fotoğrafları görüyoruz.
Doğrudur, orası Ermeni mezarlığı değil. Ama bu koca memleket bir mezarlık artık. İyi niyetlerin, umutların, ‘’bu da geçer ya hu’’ların, “yarınlar güzel olacak”ların mezarlığı.
Hepimizin canlı canlı gömüldüğü bir derin mezarlık...
(AGOS – Levon BAĞIŞ – 20.9.2017)