Tufan Erhürman
Medeni Usul Hukuku alanında çalışan bir dostumdan duymuştum bu Osmanlıca cümleyi. Yöntemin esastan önce geldiğini anlatıyordu. İlk duyduğumda usul hukukçularının kendi alanlarını önemsetmek için kullandıkları bir cümle olduğunu düşündüğümü anımsıyorum. Ama öğretim üyeliğim sırasında da, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında çalışırken de, nihayet son dönemde kendisine siyasi hayat demeye bin şahit, bin bir ispat isteyen siyasi hayatımda da ne kadar doğru ve önemli olduğunu defalarca fark ettim.
Usulünce söylenmeyen bir sözün, içeriği ne kadar değerli olursa olsun bir mana ifade etmeyeceğini ve muhatabına ulaşamayacağını gördüğümde mesela. Adabına uymadan yazılan herhangi bir yazıdan, kitaptan, içinde son derece parlak fikirler olsa bile bir halt olmayacağını düşündüğümde. Ama en çok da usulünce yapılmayan bir tartışmadan, bir toplantıdan herhangi bir sonuç çıkmayacağını, herhangi bir verim elde edilemeyeceğini, her defasında sinirlerim gerim gerim gerilerek anladığımda.
Oysa birçok insan gibi ben de esasın önem taşıdığını, usulün gereksiz birtakım şekil kurallarından ibaret olduğunu düşünürdüm önce. Dolu dolu söyle, dolu dolu yaz da nasıl istersen söyle, yaz diye geçirirdim aklımdan. Şimdi ise benim o cümleyle haşır neşir olmadan önce aklımdan geçenleri aklından geçirenlerin yaşattıkları zaman kaybı ve asap aşınması ile meşgulüm.
Okuyucuyu, yaşadığı tartışmaları, katıldığı toplantıları, öyle kamusal alanda falan olması da gerekmez, özel sohbetlerini bir kez de bu cümlenin ışığında değerlendirmeye davet ederim. Birbirinin sözünü kesmeler, cümleyi karşıdakinin ağzına tıkmalar, muhatap konuşurken onu dinlemeyip sıra sana geldiğinde ona atacağın golün planını yapmalar gırla. İkiden fazla insanın bir arada olduğu “muhabbetlerde”, birden çok kişinin aynı anda konuşması ve kimsenin karşısındakini duymaması, hatta çoğu zaman duymak için çaba dahi sarf etmeyip kendi içini boşaltmakla meşgul olması da yaygın durumlar arasında.
Ama en çarpıcı olanlar, gündemsiz, ne konuşulacağı bilinmeden, sürprizlerin büyüsüne kapılarak katıldığımız toplantılar; bu toplantılarda süre sınırının olmaması, sazı eline alanın konuşma hakkını ileri sürerken, diğerlerinin konuşma, hatta toplantıdan ruh sağlığı bozulmadan ve sersem olmadan çıkma hakkını tanımadığı, o toplantıdan ziyade kalabalık sözcüğünü hak eden buluşmalar.
Toplum olarak esasa dair sürüyle sorunumuz olduğunda kimsenin kuşkusu yoktur sanırım. Parlak fikirlerimizi karşımızdakilerin üzerine boca etmek konusunda bu kadar cevval olmamızın sebeplerinden biri de bu bilgi olsa gerek. Ama bu yazının başlığına da aldığım cümleyi unutmamakta ciddi yarar var diye düşünüyorum. Eğer beceremezsek usulünce konuşup, usulünce yazıp, usulünce toplantı yapmayı, o parlak fikirleri başkalarıyla paylaşmamız da, bu paylaşım sonucunda ortak kararlar üretmemiz de imkan dışında kalacak.
Hülasa, fark etmezsek usulün esasa takaddüm ettiğini, önce gelen usule uymadığımız için, onun ardından gelen esasa ulaşmak asla mümkün olmayacak!