Ne zaman ki Cuma günleri akşamüzeri olur ve toparlayıp kitabımı, kâğıdımı, bilgisayarımı fakültenin merdivenlerinden yavaş yavaş inmeye başlarım, o zaman düşer haftanın sorusu aklıma: “Ne çabuk geçti, yine, bu hafta?” Bazen haftanın ilk gününden son gününe kadar nasıl geçeceğini kestirmek mümkündür. “Nasıl başlarsanız, öyle devam eder” gibi, bana hep tuhaf gelen bir cümleye ne zaman kanıp, kanıksayıp ve de kapılıp gittiğimi anımsamıyorum. Haftanın hızlı başlamasından belli olur, günlerin ardı ardına sıralanarak hızlı geçeceği. Dolu sağanağında sığınmak için bir dam altı gibi gelir bana bu tür cümleler. Dolu hızlandıkça, yüzünüze gözünüze vurup sızlattıkça, kaçmaya çalışır çoğunlukla insan, sağanağın acı veren vuruşlarından. Çoğunlukla yağmur damlalarının aralarından geçmeyi denersiniz de, dolu sağanakları kaçmak içindir. Ta ki dinene kadar tufan, beklersiniz tıklım tıklım dolan, tek dam altında…
Fakülte merdivenlerden inerken, Lokmacı Barikatı’nın uzun yoluna sıralanmış dükkânlardan birinden aldığım çantama doldurduklarım, sorularla birlikte daha da ağırlaşır. Ağır ağır ineceksin bu merdivenlerden. Zaman duracak. An donup kalacak her basamakta. Çünkü az sonra tıklım tıkışlığıyla, kafanın içinde cirit atan tüm düşünce bulutlarıyla, tıkılacaksın bir servisin, boğucu nefes dolup taşan kalabalıklığına. Çoğunlukla pencereden bile bakmak istemiyor kimse. Kulaklarına tıkadıkları, küçücük akıllı telefon kulaklıklarından gelen seslerde, herkes kendi dünyasında dolaşırken, siz dalarsınız çeşit çeşit yüzlerin durgun hallerine.
Akşamın yorgunluğu düşecek birazdan güneşin de “aydınlık” yüzüne. Direnmeye devam ederken aydınlık, karanlık salıverecek ön demlerini ve koyultacak şehrin üzerini, geceye evirilerek. Tüm bunlarla daha da ağırlaşan beden, servise yetişmek için, ilerlerken kısacık yolda, ağaç gövdelerine takılıyor göz. İncecik ağaç gövdelerine güzel sanatlar öğrencilerinin geçirdiği rengârenk örgü kılıflar biraz gülümsetiyor yorgun yüz hatlarını… Halbuki böylesine yoğun bir yorgunluk için ne yapar ki insan?! Uyurken de yorgundur bu şehrin insanları, uyanıkken de… Rüyalarına çökerken de bilinçaltına sıkışıp kalan tüm yaşanmışlıklar, düşlerinde gezinirken de… Yorgunluk gelip geçici bir takım “sosyal” denilen an’ların içinde az da olsa kaybolurken, her karşılaşmanın ilk “kısa” cümlelerini okurken bile yorulursunuz:
-Ne var, ne yok?!
-N’olsun işte, koşuşturmaca!
Aklım karışsa da, kelimeler “acaba hangimiz, çıkıp gidecek akıldan ve sayfaya konacak”, diyerek yarışsa da birbiriyle, bu yazı birazdan bitecek. Bitmek zorunda…
Haftalık yazı yazmanın keyifli hallerini yaşarken, yazmanın da bu kadar yorucu olduğu zamanları çok da kestirememiştim, bu işe başlarken. Hâlbuki Cenk (Mutluyakalı) her zamanki içten gülümseyişiyle “yaz bize, arada sırada da olsa yaz!” demişti, yıllar önce. İşte yazıyorum her hafta. Yazma eyleminde “Neden yazıyorum?” sorusuna saplana saplana ilerliyorum akıp giden zamanda. Haftanın nasıl geçip gittiğine yoğunlaşırken, bazen yıllara doğru fırlatıyor insan “şikâyet ve sitem” yüklü cümle oklarını. Gündemin hızla değişen amorf bir hastalık hücresi seyrinde, hafta boyunca akıp gidiyor “ne yazacağım?” sorusu da aklınızda. Sonra gün gelip çattığında gündemin hastalık seyrinden sıyrılmak gibi bir çılgınlık içinde buluyorsunuz kendinizi. Ya kısacık yeşil alanla kucaklaşma yürüyüşleridir bu “çılgınlık” denilen ruh hali, ya da yazıya oturup içinizde ciyak ciyak ağlayan bir bebek gibi susturulmayı bekleyen kelimelere teslim olmaktır.
***
Şehrin insanlarının yorgunluklarından söz açarken aklımdaki düşüncelerin fazlalığını da seyreltmeye karar veriyorum. Daldan dala atlayan cümleler içinde kaybolmak tüylerimi diken diken ediyor. Ne kadar karmaşıklaşırsanız o kadar yoruluyorsunuz yazarken. Bir an aklıma geçmişten bir görüntü, belli belirsiz izler gelip tosluyor. Sabahtan akşama kadar çapa çekilen tarlalarını hatırlarım, arada sırada, memleketin. Bir zamanlardı bunların hepsi. Nenem anlatırdı; sabahın köründe nasıl kalktıklarını, fırınları yakıp, ekmeği saldıklarını ve sonra ovaya gidip akşamın günü unuttuğu saatlere kadar ot söküp, çapa çekip, ekmek arası zeytini, taze baklayı güne katık ettiklerini… İşte bu gerçek yorgunluktu onlar için. O zamanlar bilemezdik ki, aslında, beden yorgunluğunun sıcak bir döşekte, kolaylıkla geçebileceğini… Bugün böyle mi ki?! Yorgunluktan sızlayan bedenlerin yerini aldı, şehirle birlikte ağırlaşan beyinler… Gündem bombardımanlarından artık kaçabilmek ve nefes alabilmek adına, çapa çekilen tarlalar, ovalar “özlemli” birkaç cümlenin süslediği anlık fotoğraflarla, akıyor sanal dünyanın sarhoşluğuna…
Nenemin taze (p)bakla, luvana salatası ve zeytine katık edilen sıcak ekmekli yaşamını hatırlayıp, biraz da özenerek o günlerin yokluğuna ve fakat yine de mutluluğuna, biniyorum servise. Sabahleyin fakülteye gelirken bir gazete büfesinden aldığım gazetenin sayfalarını çevirmeye başlıyorum. Her Cuma gününün ritüeli olan bu gazete alma huyları, (Kitap Eki için özellikle tercih ediliyor bugün, yoksa diğer günler ben de trende uyup netten gazete okuma alışkanlığındayım uzun yıllardır) biraz olsun dindiriyor haftanın gelip geçici gel-git dalgalarına olan serzenişleri… “Yunan” ve “Türk”ü yaratmak adlı güzel bir röportaja imza atmış, Nazan Özcan. Hâlihazırda “milliyetçilik” tartışmalarına takılıp kalmışken beyinler Umut Özkırımlı’nın Tarihin Cenderesinde Yunanistan ve Türkiye’de Milliyetçilik adlı kitabını okunması gerekenler arasına listeliyor kalem, elimdeki küçük not defterine… Hemen yanında eğer bir şehri tanımak istiyorsanız sokak aralarına girmelisiniz; diyen, bir kitap tanıtımına takılıyor önce gözlerim, oradan da aklım. Çocukluğumun geçtiği küçük Girne’den böylesi büyük bir şehre geldiğim ilk yılları anımsıyorum. Şehrin merkezinde kaç kere kaybolduğumu bugün anımsamıyorum, bile. Hâlbuki her cadde ve sokak aynı ana meydana bağlanır. Mandala gibidir Kızılay, dalga dalga kendine eklenen her yoldan şehir evrenine dağıtır içinde yaşayanı… Tanımak için adımlamıştım şehrin sokaklarını. Sonrasında evimin penceresinden bakmayı sevdim. Balkonumdan pusuya yatıp, bazı gecelerde dolunayın aydınlığında dinlemeyi öğrendim, bu şehrin sokaklarını.
İnsanların birbirlerini bile dinlemeyi unuttukları bir şehre gülümsemek adına yazmalıyım. Şehir büyük, onu tanıyanlar için büyük. Çocuklar, yaşlılar, engelliler, sokakta yaşayan canlılar için daha da büyük. Eğer şehri dinlemezseniz, zamanın nasıl geçtiğini sorgulamazsanız, hata yapma olasılığınız artıyor. Her hata bir mutsuzluk, her hata bir kırgınlık, her hata bir yorgunluk olarak geri dönüyor. Böylesi kasvetli düşünce bulutlarını dağıtabilmek için Cuma günlerini diğer günlerden daha çok sevmeyi öğrendim. Servisin penceresinden akıp giden yolu seyrederken birçok düşüncenin kovaladığı beyin jimnastikleriyle durulup dinginleşiyor insan. Dışarıda trafik ne kadar yoğun, sesler yüksek, gökyüzü gecenin iktidarına yenilmemek için uğraşsa da siz bunca karmaşanın içinde bir Cuma günü senfonisini besteliyorsunuz. Yalnızca sizin dinlediğiniz ve size özel bir senfoni… İşte böylesi anlarda bir “yalnızlık” ağrısı, ağır ağır yayılır bedeninize… Sinemaya gittiği bir gün film bittiğinde kendini “yalnız” hissettiğini söylemişti bir arkadaş. Çok uzaklarda kaldı bu sözler.
Zaman gibi, arkadaşlıklar da “tükenirmiş” demek ki!!
***
Yazının gücüne inandığım bir “ışık kalem” tanıdım gençken. Bir-iki kitabını okudum ve fakat içlerinden en çok “Yüzyıllık Yalnızlık”ı sevdim. “Büyülü Gerçeklik” akımının en ışıklı kalemi, Gabriel Garcia Marquez’i, kaybetti tüm dünya.
Ne tuhaf öyle değil mi? Her geçen gün biraz daha “eksik” dünya, onca doğuma rağmen.
Ve bu hafta da bitirirken, klavyenin başından ne olursa olsun kalkmamak gerektiğini öğreniyorum büyülü kalemden…
***
“Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin, zaman geçmişse ‘dön’ demenin ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin, anlamı yoktur.” (Gabriel Garcia Marquez)