‘Üzül çocuk!’

Cenk Mutluyakalı

- Doktor sizinle görüşmek istiyor.
- Niçin? Ne oldu? Kötü haber mi?
- Üzgünüm...

***

“Üzgünüm” kelimesi bazen bir hayatın üzerini gökyüzü ile örttüklerini anlatıyor.
- Öldü. Babam öldü.

***

Kalbi kırık şehrin öte yarısında ölmüşseniz eğer bir ülkenin “bölünmüşlüğü” ne demektir, anlatayım yeniden...
Kıbrıs’ın dramı bu, her zaman, her yerde...
Strovolos belediyesinden bir araç geliyor, cenazenizi barikata taşıyacak...
Daha üç saat önce karşılıklı gülümsediğiniz babanız, bir battaniyeye sarılmış halde, o arabanın bagajında şimdi...
Girne’den bir başka araba gelecek sonra...
“Cenaze” değiş-tokuşu yapılacak sınırda.
Polis soruyor:
- Kimliği nerede?
- Kimin?
- Babanızın.
- Babam öldü.

***

Girne’de hastanenin arka kısmından morga iniyoruz, kimseler yok, kapı açık...
Cenaze arabasının şoförü “bir el atınız” diye yardım istiyor...
- “Sen kal” diyor, Sami,...
Sonra geliyor adam, kan ter içinde, yüzüme bakıyor...
- “Yarın sabah biriniz geliniz de yıkayalım... Gelirken 200 lira getiriniz...”

***

Daha beş saat olmamış, babam öldü.
Ve işte böylesi aptal bir devletimiz var!
74’ten bugüne bunu dahi başaramadık.
İnsanların yasına, matemine, gözündeki yaşına saygı duyabilmeyi...

***

Çok isterdim, hastanede, bir odada, hepsi onbeş dakika ailemle oturmak ve babamın sağlık durumunu konuşmak, birkaç doktorla.
Anlamak, sormak, sorgulamak.
Medeni insanlar gibi...
Tedavi alternatiflerini öğrenmek, riskleri bilmek, süreci hazmetmek isterdim...
İyi niyetle de olsa ayak üstü “güneyden hemen randevu alınız, anjiyo gerekiyor, riskli bir hasta” telaşları dışında, sonrasında nice “acaba”ya kilitlenmeden konuşmak isterdim...

***

İlk gece... Yıldızlar... Karanlık...
Ve gerçeğe alışma süreci, bir nehir içinizden akıyor sanki....
Bir mesaj, Emin hocamdan...
“Üzül çocuk. İşte şimdi büyüdün!”
Kime üzüleyim...
Gidene mi, kalan bizlere mi sahi?
Ve bu mu büyümek yani...