Zihniye Okray
zokray@eul.edu.tr
Philedelphia, 1993 yılında gösterime giren dünyada $206,678,440 gişe hasılatı ile HIV/AIDS, eşcinsellik ve homofobi konusunda bir anda gündem olan bir film. Bu film belki de çok gecikmiş bir film. İlk AIDS vakaları 1981 yılında Amerika’nın Kaliforniya ve New York eyaletlerinde kayda geçmiş olduğunu düşünürsek neden gecikmiş bir film olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Aslında film bir konuda daha gecikmiş bir film.Eşcinsellik 1973 yılında psikiyatrik bozukluklar sınıflamasından çıkarılmış ve 1975 yılından itibaren de Amerikan Psikologlar Birliği bu pozisyonu kabul etmiştir. Eşcinselliğin hastalık kategorisinden çıkışından 20 yıl sonra beyaz perdeye yansımış ve eşcinsel bireylerin toplumdan ne kadar dışlanmış ve hatta tabir yerindeyse ne kadar görmezden gelinmiş olunduğunu hatta bütün insan haklarının nasıl ellerinden alınmaya çalışıldığını da gösteren bir film. Ama homofobi olarak bakarsak bu tarihlerden çok daha geriye giden bir gecikmenin olduğunu da düşünmeden edemeyiz.
Tom Hanks’ in canlandırdığı HIV/AIDS ile yaşayan Andrew Beckett başarılı bir avukattır. Ama eşcinseldir ve HIV/AIDS ile yaşamaktadır. İş yerinde büyük ortaklarla birlikte katılmış olduğu toplantılarda onların ne kadar homofobik olduklarını görerek tek bir kelime bile edememektedir. Çünkü biliyordur ki eğer eşcinsel olduğu öğrenilirse işinden olacaktır. Çünkü güç ve becerinin maçoizm ile ölçüldüğü bir firmada eşcinsel bir erkek olmak hele de uzun süre eşcinsel hastalığı olarak adlandırılan HIV/AIDS ile yaşayan bir birey olduğunu ifade etmesi aslında cinsel kimliğini de ortaya çıkaracaktır. O da birçok LGBTi birey gibi susmayı ve gölgede kalmayı tercih etmiştir. Ama bir süre sonra vücudunda oluşan lezyonlar görünür olmaya başlamıştır. İş yeri, performans düşüklüğü gerekçesi ile onu işten çıkarır. Ama o işten çıkarılma nedeninin performans düşüklüğü değil de HIV/AIDS ve homofobi olduğunu bilir ve dava açar. Davayı kazanır ve yüklü miktarda tazminat alır. Burada film biter ve siz evinizin yolunu tutarsınız. Peki o filmi izlerken bunun gerçek yaşam öyküsünden esinlenerek yazıldığını düşünürseniz o zaman film sadece perdede biter ama sizin perdenizde daha yeni başlamış olur. Geoffrey Bowers belki hiç bir çağrışım yapmamıştır belki ilk kez okuduğunuz bir isim ama o filmde anlatılan herşeye maruz kalmış, ayrımcılığa uğramış, işten atılmış, açmış olduğu davanın sonucunu göremeden de hayatını kaybetmiş olan gerçek kişi. Sizin benim gibi gerçek, yani demem o ki bir aktörün canlandırdığı karakter değil. Şimdi perdeye geri dönün orada film bitmiş peki sizin kafanızın içinde oynayan film bitti mi????
Ben bu filmi izlerken içimde yükselen öfkeyi, hissettiğim çaresizliği, insanların nasıl bu kadar kötü olabileceği ile ilgili birçok duygu yaşamıştım. O yıllarda üniversite öğrencisiydim ve bu filmi izlerken boğazımın düğümlendiğini, benim sadece izlerken yaşadığım çaresizliğin kaç katı fazlasının hatta ölçülemeyecek kadar çoğunu HIV pozitif olduğunu öğrenen bireylerin nasıl yaşadığı sorusu kafamda yankılanan sesti. Ne kadar büyük bir çaresizlik. Ne kadar yalnızlaştıran bir duygu. İnsan kendini homofobiye karşı, nefrete karşı, saldırıya karşı ya da aklınıza gelebilecek dışardan gelen diğer birçok tehlikeye karşı koruyabilecek önlemler alıp korumaya çalışabilir ama ya tehlike kendi bedeninin içerisinde ise ve bunun tedavisi de yoksa. Biraz abartarak yazacağım ama ya bedeniniz bir saatli bomba gibi geliyorsa size. Bir düşünün bir hayal kırıklığı, bir kayıp yaşadıktan sonra bunun gerçek olduğu düşüncesini nasıl kafatasınızın içerisinde yankılanmasını durduramıyorsanız test sonucunun pozitif olduğunu size söyleyen labratuar görevlisinin ya da doktorunuzun sesi de kafatasınızın içinde yankılanıp duracak ve onu kafatasınızın içerisinden söküp atamayacaksınız. Bunu kime nasıl söyleyeceksiniz? Bunu kiminle paylaşacaksınız? Bu durum sizin hayatınızı nasıl etkileyecek? İşimden olacak mıyım? Etiketlenecek miyim? Bunu partnerime, aileme, eşime nasıl söyleyeceğim? Ya onlara da bulaştırdıysam? Belki de en kötü soru da bundan böyle bir hayatım olacak mı? sorusu.
Kişi için bu durum bir psikososyal krizdir. HIV pozitif olmak kişiye, topluma, yaşa, kültüre hastalığın nasıl algılandığına, hastalığın ima ettiği güçlüklere bağlı olarak kişinin denge ve uyumunu bozar ve psikososyal krize neden olur. Kişinin yaşam olayları karşısında bugüne kadar kullandığı sorun çözme becerilerini kullanamaz hale gelir ve sorunla baş etme yöntemleri bu noktada işe yaramazdır. Bu noktada, kişinin psikososyal krizle baş etme ve yeni duruma ayak uydurma ile karşı karşıya kaldığını ve bunda zorlandığını görmek mümkündür. Başka bir değişle kişi tam bir şok yaşamaktadır. Şok olma, inkar etme, tepki gösterme-isyan duygusu, baş etme çabası ve uygun baş etme halinde yeniden uyum sağlamak ve kabullenmek HIV pozitif olan herkeste doğal olarak ortaya çıkan süreçlerdir ve normaldir. HIV pozitif birey belki yetersiz bilgi, sosyal desteğinin olmaması, ya da HIV pozitif olduğunu söylediği zaman insanların ondan uzaklaşacağı düşüncelerine gömülmüş bir halde daha depresif ve daha kaygılı bir hale gelecektir. Yapılan birçok bilimsel araştırma da HIV pozitif olan bireylerin büyük bir çoğunluğunun depresyon veya kaygı bozuklukları ile de baş etmeleri gereken süreçler olarak ortaya çıktığını göstermiştir.
Tanı konulduktan sonra gelecek konusundaki belirsizlik ve yaşanan kaygılardan dolayı birey inkar ve isyan etme aşamasına geçmektedir. Testlerin yanlış olduğu, belki başkasının kanı ile karıştığı, başka bir labratuarda test yapma başka bir doktora da gitme veya internetten HIV/AIDS’in belirtilerini bulup kendi bedenini kontrol etme gibi birçok davranış aslında HIV pozitif olduğunu inkar etme çabasından başka birşey değildir. Bununla birlikte neden ben? Ben o kadar kötü bir insan mıyım da benim başıma geldi? Bu bana bir ceza mı? neden şimdi? ve bunlar gibi örnekleri çoğaltılabilecek olan birçok soru ile isyan edilir. HIV pozitif birey genellikle kendini suçlar, kendisine saygısı azalır ve bir kısır döngünün içerisine girmiş olur. Bu kısır döngü onu daha da depresif ve kaygılı yapacaktır. Fakat kişi hayatını tehdit eden hastalığın düzelmesinde kendi rolünün öneminin farkında olursa hastalıkla daha iyi mücadele eder. İlaçlar sadece bedensel sağığına katkıda bulunacak maddelerdir. Ruhsal sağlığını bozmamak, savaşmayı hiçbir zaman bırakmamak, kendine inanmak hastalıklarla baş etmede en önemli silahlarımızdır.
HIV pozitif olma ve sonuçları damgalanma ile birlikte gider.Toplumun ön yargılı olması damgalanmayı sürdürmektedir. HIV pozitif olma sıklıkla kirli, pis ve bulaşıcı gibi kelimelerle bunu taşırlar. Özellikle AIDS eşcinsellikle ilişkilendirilen bir hastalık olduğu için damgalanma daha kolay olur. Damgalanmanın yanısıra hastanın akrabaları ve arkadaşları kötü haberler almaktan korktukları ve yakın oldukları insanın yıkımını görmemek için ilişkilerini sınırlandırabilirler. Ek olarak onunla ilişki kurmak kendi ölümlerini hatırlatabilir ki bu çoğu kişinin inkar ettiği bir durumdur.
Bu konuda yapılacak en önemli şey hastalığı öğrenmek ve öğretmektir. Umutsuz olmayı gerektiren bir durum yoktur. Kendimize öncelikle anlayışlı olmak ve bunun da diğer hastalıklar gibi tedavisi olan bir süreç olduğunu kabullenmektir.
Evet gördüğünüz gibi HIV pozitif olduğunu öğrenmek yazımın başlığında olduğu gibi ve perde dediğimiz kısım. Hem birey, hem aile, hem toplum için. Bizim senaryomuz ne yönde ilerleyecek? Biz bu senaryoyu hangi sonla bitireceğiz? Philedelphia filmini izlerken yaşadığım çaresizlik ve beni oturduğum koltuğa saplayan duygular mı yoksa film bitse de dışarıda güzel bir günün devam ettiğini, nefes aldığımız sürece umutların tükenmediği, insanların damgalanmadığı, ayrımcılıklara uğramadığını bildiğimiz bir sonla mı? Sizin senaryonuzun sonu ne?