Hasan KAHVECİOĞLU
Lefkoşa Türk Lisesi’nin birinci sınıfına yeni başlamıştım…
Bir akşam, birkaç mücahit, şimdiki 20 Temmuz Lisesi binası içinde yer alan öğrenci yurduna geldi.
-Ayıp değil mi size, düşman saldırıyor, siz burada yan gelip yatıyorsunuz… Haydi göreve, dediler…
Bizi toplayıp, “Sancaktarlık” olarak kullanılan, surlar içindeki binaya götürdüler…
Şimdiki Selen Oto Park’ın batısındaki Mahmut Paşa sokağında, sarı taştan bir binaydı…
Arka bahçesinde beklemeye başladık…
Üst katın küçük penceresinden başını uzatan bir “Komutan” adımızı okuyor ve “gideceğimiz yer”i anons ediyordu…
Ben; “66. Bölük”e gönderilmiştim…
Bu bölük; şimdi “Başbakan Yardımcılığı” olarak kullanılan “Bayraktar Kışlası” içindeydi…
Bölük Komutanı’nın huzuruna çıkarıldık…Uzun boylu, ciddi görünümlü biriydi…
Bir bana, bir de birlikte gönderildiğim arkadaşıma baktı… Gülsün mü, yoksa kızsın mı bilemedi… Garip ama sevecen bir ikilem içinde;
-Ne bunlar… Okul mu açacağız burada, diyebildi…
Cılız vücutlarımız, kısacık boyumuz belli ki “askerliğe” elverişli değildi…
Elimize verdikleri “piyade tüfeği”ni omuzumuza astığımızda, dipçiği neredeyse yere değiyordu…
Üst katta; zemini tahta döşemeli kocaman bir sınıftı yatakhanemiz…
İlk akşam; zifiri karanlıkta, o kocaman salona girip, yaşamımda ilk kez “ranza” denilen yatakla tanıştığımda, benliğimde; soğuktan mı, yoksa korkudan mı bilemediğim bir “titreme” geçiriyordum…
Ranzanın “üst katı”nda yatacaktım… Oraya nasıl çıktığımı, battaniyeyi nasıl aralayıp içine uzandığımı hiç unutmadım. Çünkü “gacur gucur” eden demir ranzaya tırmanırken, çıkardığım gürültü yatakhanede uyuyanları rahatsız etmiş ve salonun arkalarından anama ilk okkalı küfürü yemiştim…
Oysa köydeki annem beni “yurtta kalan öğrenci” sanıyordu…
Sözünü ettiğim kışlanın güney kısmında “Mutallip Fırını” vardı… Onun hemen arkası da Rum tarafıydı…
“Mücahit”liğimin ilk akşamı, burada nöbet tutacaktım… Elime bir “Tomson” verdiler… Gece karanlığında araba lastiklerinin atılı olduğu bir çöplüğün içinden geçerek “mevzi”ye vardık.
Duvarda bir mazgal deliği var ve sokağın karşısında da Rum mevzisi… Aramızdaki mesafe 20 metre ya var ya yok…
“Tomson”u mazgal deliğine soktum, sivri bir taş üzerine oturdum…
17 yaşındaki kalbimin “küt küt”leri herhalde Rum askeri tarafından duyuluyordu…
Tam iki saat, yerimden kımıldamadım, tetikten elimi çekmedim… Sadece korktum… Tiril tiril titredim…
Ertesi akşam nöbetim “Tanti’nin Hamamı”nın damındaydı…
Hamamın kubbesine yaslandım, ıssız sokağa vuran sapsarı ışığı seyrettim tüm gece boyunca…
“Kör Hasan” barikatında, “Amanın Bahça”da, “Bambino”da, “Kütüphane”de, “Hasan Çavuş”ta, bu derme çatma mevziler içinde tam dört yılım geçti…
“66. Bölük” derme çatma bir toplama kampı gibiydi… Disiplin diye bir şey yoktu… “Komün yaşamı” tadında bir garip “askerlik” yapıyorduk…
Doğru dürüst üniforma bile yoktu… Kocaman salonun en arkasındaki upuzun gardropta askılar üzerindeydi mücahit elbiseleri… Nöbete kalktığımızda üzerimize uygun bir kıyafet bulamazsak, nöbete sivil elbiselerle giderdik…
Bir akşam “Hasan Çavuş” barikatında nöbetteyken, Lefkoşa Sancaktarı gelmiş, okul kıyafeti ile beni görünce “Vah vah” diyerek acıma duygusu içinde sırtımı sıvazlamıştı…
Aradan çok geçmedi… Bayraktar Kışlası’nda “içtima”ya çağrıldık…
O akşamı hiç unutamam… Sancaktar; 66. Bölük’ü dağıtmaya karar vermişti…
Her birimizi bir tarafa savurdular… Kimimiz Bozdağ’a, kimimiz Hamitköy’e gönderilmiştik…
Ben, şanslılar arasındaydım… Arasta’daki “22. Bölük”e gidecektim…
Lokmacı barikatı yanındaydı kışlamız… Bu yüzden oralarının gecesini gündüzünü, varillerini, kum torbalarını, taş yığınlarını iyi bilirim…
Bu bölükte “mücahitlik” yaparken, Bölük Komutanı olarak “Hamit” kod adlı bir TC’li subay atanmıştı…
Lefke Hanı içindeki “Sabır Lokantası”nda içki sofraları düzenlerdi…
Kafayı iyice bulduktan sonra da, “Çağırın Hasan Emin’i gelsin” diye emir verirdi…
Hemen beni arar bulurlardı… Nöbette isem, yerime birilerini koyarlar, beni de Komutan’ın karşısına dikerlerdi…
Upuzun keyif sofrasının ucunda durur, başıma neler geleceğini düşünürdüm…
Hamit Komutan, “Oku Lan, Nazım’dan bir şiir…” derdi…
Okumaz mıyım?
Şener’den (Levent) sürekli beslenen Nazım Hikmet hayranlığım ile birçok şiirini ezbere bilirdim…
Tabii Nazım, o yıllar yasaklıydı ve kitapları da satılmıyordu… Biz Rum tarafındaki “Sputnik” kitabevi aracılığı ile kitaplarına ulaşmaktaydık…
Komutan’ın gözlerinin içine bakarak “Dört nala uzanıp Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan…” diye başlardım…
Hayranlıkta dinlerdi beni… Sonra “Yürü git Pis Komünist” der, gönderirdi…
Bir gün, nöbette iken, görevli Çavuş gelerek beni aldı ve karargâhtaki bir odaya tıktı…
Arkasından da İsmet kod adlı Tabur Komutanı içeriye girdi…
“Söyle Lan” dedi… “Sen mi yaptın?”
Anlamamıştım… Meğer Komutan’ın arabasının üzerine asit dökmüşler… İsmet Komutan o gün
“Anarşistliğim”den girdi, “Komünistliğim”den çıktı…Hakaretin bini beş para…
Terör eylemini örgütlemekle suçlanıyordum…
Birkaç gün sonra İdadi Sokak’taki bekâr odamı polis bastı… Kitaplarımı toplayıp götürdü…
Vicdanım hep “red” diyordu…
Ama kimse buna aldırmıyordu… Aradan tam 47 yıl geçti…
Hâlâ “yurt ödevimiz barış” diyen kızlarımızın boğazına sarılıyoruz…
Hâlâ resmi vicdan, toplum vicdanına kafa atıyor…
“Red” size, yerden göğe kadar “red…”
(GAZETE360 – Hasan KAHVECİOĞLU – 17.11.2014)