Vicdanın Sesi

Vicdanın Sesi

Hakkı Yücel

yucelh@kibrisonline.com


Siyasetin günümüz dünyasında artık mahiyet değiştirdiği sıklıkla ifade edilen bir kanaattır. Bu bağlamda çoğunlukla vurgu yapılan da siyasal partiler/görüşler arasında ideolojik farklılıkların giderek ortadan kalktığı, belirgin bir benzeşmenin yaşandığıdır. Söylenen şudur: Yirminci yüzyılı karakterize eden sağ ve sol eksenli siyasal-ideolojik ayrışma, mevcut haliyle solun tarih sahnesinden çekilmesiyle artık geçerliliğini yitirmiştir. Bu tespit, son kertede iki ayaktan geriye kalan yerleşik sistemin (kapitalist/liberal) alternatifi olmadığını işaret etmekte, siyaseti de (siyasal alanı da) bu sistemin “imkânlar alanı” ile sınırlamaktadır.  Nitekim bugün itibarıyla görünen manzara da şudur: Solun kendisiyle beraber yerleşik sistemi temelden değiştirecek radikal taleplerinin (devrim) ortadan kalkması, siyaset olarak onu makro hedeflerden uzaklaştırmış, yerleşik sistemin reformasyonu ile sınırlı mikro hedeflerle yetinen bir mahiyete büründürmüştür.  Hâl böyle olunca da farklı siyasal (ideolojik) kesimlerin birbirlerinden rol çalmaları ya da ortak bir zeminde buluşmaları mümkün hale gelmiş, sonuç itibarıyla aradaki farkların giderek ortadan kalktığı ve de benzeşmenin yaşandığı bir süreç geçerlilik kazanmıştır. Soldan düşünen ve konuşan Zizek’in bugünün siyasal-ideolojik-düşünce dünyasını “kafeinsiz gerçeklik çağı” olarak nitelerken ve yine soldan düşünen ve konuşan bir başka önemli isim olan Badiou’nun, bugünün hâkim anlayışını “fikirsiz yaşa(mak)” buyruğu olarak dile getirirken dikkat çektikleri de bu benzeşmedir. Bu durum aynı zamanda solun içinde yaşadığımız dönemde yeniden siyasal-ideolojik bir alternatif olup  olmayacağı, eğer olacaksa bunun nasıl gerçekleşeceği ve nelerin yapılması gerektiği sorularını da gündeme getirmektedir.

Bugün itibarıyla siyasetin genel anlamda irtifa kaybetmesinin, siyasal partilerin temsiliyet sorunu yaşamalarının, kitlelerin siyasete ve siyasal partilere yönelik ilgilerinin azalmasının en temel nedeni de bu ‘benzeşme’ hali olsa gerektir. Şundan ki, siyasetlerin birbirinin benzeri olduğu algısının yerleşmesi, bir yandan o siyasetlerin sözcüsü siyasal partilerin tabanlarının kaygan ve birinden diğerine çok kolay yer değiştiren bir mahiyet kazanmasına neden olurken, bir yandan da hangisi iktidar olursa olsun hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesinin giderek daha çok hâkim olması, toplumsal kesimlerde siyasete yönelik kayıtsızlığı daha da artırmaktadır.  Son kertede var olanın hükmünü sürdürmesi, hâkim olanın egemenliğinin devamı da demek olan bu durum, paradoksal olarak yeni arayışları da tetiklemekte, birey kertesinde siyasal özne olma hallerinden sivil toplum örgütlerine uzanan yeni dinamikler de ortaya çıkmaktadır.

İşte solun bugünün dünyasında yeniden siyasal-ideolojik-düşünsel ölçekte talep edilir bir alternatif olması, tam da kendini karşıtlarıyla benzeştiren bu ‘mikro alanlarda’ sergileyeceği ve buradan kendi farklılığını/farkındalığını ortaya koyacağı yaklaşımlarla mümkün olacak gibi görünmektedir. Bu da onun geçmişte daha çok ‘makro’ hedefler ve söylemlerle sınırlı kalan ideolojik-düşünsel zihnihyet dünyasını ve siyasal tavrını sorgulamasını; hem ideoloji-düşünce ve hem de siyaset olarak bugünün ‘mikro alanlarda’ tecelli eden aktüel gerçekliklerini kuşatacak ve onları dönüştürecek dinamiği oluşturmasını gerekli kılmaktadır. Bir başka ifadeyle solu kendi karşıtlarına benzeştiren zemin, aynı zamanda onun farklılığını ve farkındalığını yaratacağı zemin de olacaktır.

M.Foucault ‘iktidar’ ve ‘iktidarın tahakküm biçimleri’ üzerine yaptığı değerlendirmelerde, bu ‘tahakküm biçimleri’nin tecelli ettiği yer olarak gündelik hayatın her alanında geçerli olan ‘mikro alanları’ işaret etmektedir. Ona göre iktidar her yerdedir, hayatın her alanına sızmıştır ve geliştirdiği tahakküm biçimleriyle bu alanları kendince kuşatmış, kendine göre belirlemiştir. Burada dikkat çekici olan bir husus, çok çeşitlilik arz eden bu ‘tahakküm biçimleri’nin, illa ki doğrudan baskıcı olmadıkları, tam aksine karşıtını/muhalifini kendine ‘benzetmek’ suretiyle üzerlerinde hâkimiyet kurduklarıdır. Yerleşik sistemin -onun temsilcisi iktidarların- ‘tahakküm biçimleri’nin çok çeşitlilik ve çok katmanlılık arz etmesi ise kaçınılmaz olarak ‘çok çeşitli’ ve ‘çok katmanlı’ bir karşı duruşun sergilenmesini gerektirmektedir.

İşte bugün itibarıyla solun farklılık ve farkındalık arz eden siyasal-ideolojik bir zihniyet ve hareket olarak kendini öncelikle yeniden var edeceği yer de burasıdır. Bu da, gündelik hayatın ‘mikro alanları’ndan başlayarak daha genele  yayılan çok çeşitli ‘tahakküm biçimleriyle’ hegemonik bir güce dönüşen yerleşik sistem ve onun anlayışına karşı, ‘çok çeşitli’ ve ‘çok katmanlı’ karşı duruşu kotaracak tavırlar sergilemekle mümkün olacaktır. Solun ideolojik bağnazlıktan arınmasını, diyaloğa ve eleştiriye açık olmasını, yaratcı bir akıl sergilemesini zorunlu kılan bu hususun ise son kertede bir zihniyet değişimini işaret ettiği kadar, sol adına yeni siyasetleri ve stratejileri de zorunluluk haline getirdiği aşikârdır.

Buradan devam edecek olursak, 28 Temmuzda KKTC’de gerçekleşen Erken Genel Seçimlerden sonra oluşan yeni meclis aritmetiğinde ciddi sayıda genç ve yeni yüzün kendine yer bulması, birçok kesim tarafından, haklı olarak, toplumsal iradenin siyasette bir değişimi talep ettiği şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle CTP-Birleşik Güçler cephesinde yer alan kimi genç ve yeni isimlerin varlığı ise özelde solun, genelde siyasetin niteliksel dönüşümüne ivme kazandıracakları beklentisini artırırken, toplumsal ölçekte yeni bir umudu da devşirmiştir. İşte o yeni isimlerden birisi olan CTP-Birleşik Güçler Lefkoşa Milletvekili Doğuş Derya’nın meclisteki yemin töreninde sergilediği bireysel tavır; hem yerleşik sistemin ‘tahakküm biçimleri’nden birine karşı duruşun örneği, hem de bu duruşun farkılılığının ve farkındalığının  ifadesi olması bakımından dikkate değerdir. Sevgili Doğuş’un “vicdanımın sesini dinledim” diyerek açıkladığı, geleneksel yemin metnine karşı kendi yazdığı alternatif ‘yemin metnini’ okumak suretiyle gerçekleştirdiği, bu bağlamda ‘söylem-eylem’ bütünlüğü ve tutarlılığı arz eden tavrı, siyasette ahlâk ve vicdan buluşması örneği teşkil etmesi bakımından da gözardı edilmemek gerekir.

Doğuş Derya’nın bireysel eylemine yönelik çirkin saldırıları sahiplerine iade ederek bir kenara bırakacak olursak; kanımca burada kritik nokta CTP’nin, daha genel anlamda solun yaklaşımlarının ne olacağıdır. Bu eylem, bu ses ve bu tavır yeni bir siyasal söylemin ve tavrın ifadesi; yeni bir siyasal enerjinin göstergesidir. Burada eleştiri, tartışma, diyalog bakîdir ve gereklidir; ancak sol adına hiç kimse bu enerjiyi heba etme gafletine düşmemelidir. CTP kerameti kendinden menkûl iç hesaplaşmalardan vazgeçmelidir; hiç kimse kendini dev aynasına görmemelidir; bulunmaz hint kumaşı sanmamalıdır; ihtiraslarına yenilip kumpaslara girmemeli, zamanı geldiğinde yerini bir başkasına devretme olgunluğunu ve ahlâki tutarlılığını göstermelidir. Solun diğer kesimleri de kendilerinden başka herkesi küçümseyen ya da inkâr eden tavırlarından vaz geçmeli; eleştirileriyle, değerlendirmeleriyle, önermeleriyle,  siyasette yeni bir anlayışı işaret eden bu potansiyel güce destek olmalıdır.

Ernest Gellner “Dil ve Yalnızlık-Wittgenstein, Malinowski ve Habsburg İkilemi” (Kabalcı Yayınları) kitabında “tek başımıza gerçeği keşfeder, gruplar halinde hata yaparız” diye yazar. Düşünen, konuşan ve eyleyen hata yapabilir; hata yapmak istemeyen susar, yerinden kımıldamaz ya da ideolojik zırhı içine gizlenerek kendisiyle başbaşa kalır.

Şimdi düşünmek, konuşmak ve eylemek zamanı; gerçeği hep birlikte keşfetme ve hep birlikte hatalardan arınmaya çalışma zamanıdır.. Bu ülkeyi ve insanlarını huzura kavuşturmak; adaleti, hakkaniyeti, özgürlüğü ve demokrasiyi pekiştirmek; uluslararası sistem içinde saygın bir yer edinmek adına siyaseti yeniden kurmanın zamanıdır..

Doğuş Derya bu cesareti göstermiş, bu yolda ilk adımı atmıştır..

Dergiler Haberleri